İmamoğlu gözaltında: Türkiye’nin bir diktatörlük rejimine sürüklenmesinin arkasında ne yatıyor?

Türkiye’nin 16 milyon nüfuslu en büyük şehri olan İstanbul’un Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun Çarşamba sabahı polis tarafından evi basılarak gözaltına alınması, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan hükümetinin başkanlık diktatörlüğü inşasında yeni bir aşamayı temsil etmektedir.

Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin Türkiye şubesi olan Sosyalist Eşitlik Grubu ve Dünya Sosyalist Web Sitesi, İmamoğlu’nun ve sayısız diğer siyasi mahpusun derhal serbest bırakılmasını talep etmektedir. “Terör” suçlamalarıyla karşılaşanlar, gerçekte ifade özgürlüğü ve siyaset yapma gibi temel demokratik haklarını kullandıkları için hapsedilmektedir.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, 31 Ocak 2025 tarihinde İstanbul Adalet Sarayı önünde konuşma yaparken. [Photo: X / @ekrem_imamoglu]

Erdoğan hükümetinin siyasi muhaliflerini bastırmak için yargıyı bir silah olarak kullandığı herkesçe bilinen bir sırdır. Özellikle Kürt siyasetçilere ve solculara zulmetmek için kullanılan yöntemlerin Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran ve son yerel seçimlerde Erdoğan’ın Adalet ve Kalkınma Partisi’ni (AKP) geçerek birinci olan ana burjuva muhalefet Cumhuriyet Halk Partisi’ne (CHP) ve onun başlıca siyasi figürlerinden biri olan İmamoğlu’na karşı yöneltilmesi, büyük bir tırmanmaya işaret etmektedir.

İmamoğlu’nun tutuklanabileceği bir süredir bizzat Erdoğan tarafından ima ediliyordu. Bunun doğrudan nedeni, anketlerde, İmamoğlu’nun bir sonraki seçimde CHP’nin cumhurbaşkanı adayı olarak Erdoğan’ı yenilgiye uğratacağına dair artan işaretlerdi. Bunu engellemek üzere, önce Salı günü İmamoğlu’nun aday olabilmek için şart olan üniversite diploması iptal edildi; ardından da Çarşamba sabahı bir polis ordusuyla en az dört günlüğüne gözaltına alındı. Bu, seçmenlerin yüzde 50’sinden fazlası tarafından seçilmesi muhtemel geleceğin cumhurbaşkanına yapılan bir “önleyici darbe”dir.

Hükümet bu gayrimeşru operasyonun kitlesel tepkiyi tetikleyeceğini biliyordu ancak İstanbul Valiliği’nin toplumsal muhalefeti bastırma girişimi hızla boşa düştü. Anayasaya aykırı olarak dört gün için ilan edilen eylem yasağı, önce işçilerin sonra da öğrencilerin kitlesel protestolarıyla yerle bir edilirken, ülkenin dört bir yanında geniş kitleler sokaklara dökülerek bu antidemokratik saldırıyı protesto etti. Çarşamba akşamı İstanbul’da on binlerce kişi belediye binasının önünü doldurdu. Perşembe günü de İstanbul’da ve çok sayıda başka ilde, özellikle üniversitelerde protesto gösterileri devam etti.

İmamoğlu’nun gözaltına alınması, son aylarda artan geniş kapsamlı bir devlet baskısının ardından geldi. CHP’den ve 2024 yerel seçimlerindeki müttefiki Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi’nden (DEM) seçilmiş belediye başkanları ve bu partilerle ittifak kuran çeşitli sol grupların liderleri hedef alındı ve yaklaşık 6.000 kişiyi kapsayan bir soruşturmanın yürütüldüğü açığa çıktı; milyonlarca seçmenin iradesi hiçe sayılarak, belediyelere İçişleri Bakanlığı tarafından kayyımlar atandı.

Erdoğan hükümetinin “demokratik ağırlıklar”ı giderek atmaya yönelmesinde küresel kapitalist sistemin derinleşen krizini dışa vuran iki temel etmen bulunmaktadır. Bunlardan ilki, artan toplumsal eşitsizlik ve sınıfsal gerilimlerdir.

Credit Suisse’in 2023 raporuna göre, Avrupa’daki servet dağılımı eşitsizliğinde Türkiye başı çekiyor. Nüfusun tepedeki yüzde 1’i servetin yüzde 40’ını, en zengin yüzde 10’u ise yüzde 70’ini kontrol ediyor. Eurostat’a göre Türkiye gelir eşitsizliğinde de Avrupa’da ilk sıradadır. Resmi verilere göre, 32 milyon kişinin istihdam edildiği Türkiye’de işçilerin yüzde 43’ü ya da yaklaşık 14 milyon kişi, dört kişilik bir ailenin yoksulluk sınırının yaklaşık dörtte birine denk düşen bir asgari ücret alıyor.

Bu koşullar, şiddetle devam eden bir hayat pahalılığı kriziyle beraber, giderek artan işçi mücadelelerini kışkırtıyor. Erdoğan hükümeti yükselen sınıf mücadelesine, “milli güvenliğe zararlı” oldukları gerekçesiyle grevleri yasaklayarak yanıt veriyor. Gaziantep’teki tekstil işçilerinin fiili grev hareketi nedeniyle hedef alınan Bağımsız BİRTEK-SEN’in lideri Mehmet Türkmen, Şubat ayından beri hapiste tutuluyor.

İkinci etmen ise, Türkiye’nin çevresinde tırmanan ve Türk burjuvazisinin de derinlemesine dahil olduğu emperyalist savaşlardır. 2011’den itibaren ABD-NATO’nun Suriye’deki rejim değişikliği savaşının ve Ukrayna’daki 2014 aşırı sağcı darbesiyle Rusya’yla savaş yoluna girilmesinin sonuçları Türkiye’deki diktatörlük yönelimini hızlandırmıştır.

Suriye’de İslamcıların vekil olarak kullanıldığı ABD önderliğindeki gerici savaşa coşkuyla katılan Ankara, sonradan Suriye Demokratik Güçleri (SDG) halini alan Kürt milislerin Pentagon’un başlıca vekili olarak ortaya çıkmasına, Moskova ile bağlarını güçlendirmeye yönelerek yanıt verdi. Ankara’nın Batı’da “güvenilmez müttefik” olarak nitelenme noktasına gelmesinde kendini gösteren gerilimler, 15 Temmuz 2016’da Erdoğan’ı devirmeyi hedefleyen askeri darbe girişimiyle doruk noktasına ulaştı.

NATO destekli darbe girişimini kitlesel muhalefet sayesinde yenilgiye uğratan Erdoğan, yaklaşık iki yıl sürecek bir olağanüstü hâl ilan ederek şiddetli bir karşı saldırıya geçti. 2017’de düzenlenen sonuçları tartışmalı anayasa referandumu Erdoğan’a geniş yetkiler tanıdı.

Erdoğan hükümetinin Kürt milliyetçi hareketini hem Suriye’de hem de ülke içinde hedef alan hücumu, CHP’nin desteğini aldı. DEM Parti’nin önceli Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) milletvekilleri, dokunulmazlıklarının CHP’nin desteğiyle kaldırılmasının ardından düzmece “terör” suçlamalarıyla hapse atıldılar. Suriye’de SDG’yi hedef alan çok sayıda askeri harekât da CHP’nin oylarıyla yetkilendirildi. Referandumda ortaya çıkan usulsüzlük üzerine patlak veren kitlesel protestolar bizzat CHP tarafından hızla kontrol altına alındı.

Türkiye’de bugün başkanlık diktatörlüğünde yeni bir aşamaya geçilmesi, Ortadoğu’daki savaşın derinleşmesiyle ve Trump’ın yeniden başkan olmasının sadece ABD’de değil ama dünya çapında otoriter yönetim biçimlerine ivme kazandırmasıyla yakından bağlantılıdır.

Trump, “ilk günden diktatör” olarak yönetmeye koyularak anayasayı ve yargı kararlarını tanımayacağını ilan etmiş durumda. NATO’nun ikinci büyük ordusunun başkomutanı olan Erdoğan’ın Beyaz Saray’daki müttefiki, eleştirmek şöyle dursun, hem her türden muhalefetin bastırıldığı bir başkanlık diktatörlüğü inşa etme yolunda hem de kural tanımaz dış politikası açısından onu övmüştür ve örnek almaktadır.

Ocak ayı başında yaptığı bir açıklamada Trump açıkça şunları belirtmişti: “Cumhurbaşkanı Erdoğan benim arkadaşım. Sevdiğim, saygı duyduğum biri. Onun da bana saygı duyduğunu düşünüyorum... Suriye’de olanlara bakarsanız, Rusya zayıfladı, İran zayıfladı. Ve o çok zeki biri ve adamlarını farklı biçimlerde ve farklı isimlerle oraya gönderdi ve onlar da içeri girip [Şam’da] yönetimi ele geçirdiler.”

Erdoğan, İmamoğlu’nun gözaltına alınmasından üç gün önce, Pazar günü ABD başkanı ile telefonla görüştü. Bu Kasım ayından beri yapılan ilk görüşmeydi. Görüşmede Erdoğan’ın Trump’ın Ukrayna savaşında Rusya ile müzakere yoluyla çözüm çabasını desteklediği ifade edildi. İki liderin ayrıca Aralık ayında ABD ve Türkiye destekli El Kaide bağlantılı grupların iktidarı aldığı Suriye üzerine konuştukları açıklandı.

Bir detay verilmese de İsrail’in ABD destekli Gazze soykırımına ve İran’a ve onun Yemen’deki Husiler dahil müttefiklerine karşı planlar da mutlaka ele alınmıştı. Pazartesi günü ABD Hazine Bakanı Scott K.H. Bessent, Türk mevkidaşı Mehmet Şimşek’e, Trump yönetiminin “İran üzerinde azami baskıyı yeniden tesis etmeye” kararlı olduğunu belirtti.

Suriye’de Devlet Başkanı Beşar Esad’ın devrilmesi ve İsrail’in Lübnan’da Hizbullah’a karşı saldırısı İran’ın bölgedeki etkisine ciddi bir darbe indirirken, Gazze’deki soykırım tırmanarak devam ediyor. Washington, geçtiğimiz haftadan beri İran’ın Yemen’deki Husi müttefiklerini hava saldırılarıyla hedef alırken, Siyonist saldırı köpeğiyle birlikte Tahran’a karşı bir savaşa hazırlanıyor. Kürecik’te Tahran’ı gözetleyen bir radar üssü dahil çok sayıda ABD-NATO üssüne ev sahipliği yapan ve İran’la uzun bir sınırı paylaşan Türkiye’nin tavrı, Washington’ın planları açısından büyük önem taşıyor.

ABD emperyalizminin tam hakimiyetini ifade eden bir “yeni Ortadoğu” arayışına, son dönemde Türkiye ile İran arasında gerilimlerin artması eşlik etti. Türkiye Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın Şubat sonunda Al Jazeera’ye verdiği röportajda, İran’ın Kürtlerin önderliğindeki Suriye Demokratik Güçleri’ni (SDG) destekliyor olabileceği iddiasına yanıt olarak “Eğer siz başka bir ülkedeki bir grubu destekleyerek orada rahatsızlık oluşturmak isterseniz, başka bir ülke de sizdeki başka bir grubu destekleyerek size rahatsızlık oluşturmak ister,” dedi. Fidan burada İran’daki büyük Azeri nüfusu kastediyordu. Bu röportajı, büyükelçilerin karşılıklı olarak çağrılması takip etti.

Erdoğan hükümeti, hapisteki Kürdistan İşçi Partisi (PKK) lideri Abdullah Öcalan ile başlattığı müzakerelerle hem PKK’yi hem de Irak ve Suriye’de onunla bağlantılı grupların tasfiyesini sağlamaya çalışıyor. Öcalan’ı lider olarak gören SDG de kısa süre önce Şam’daki Ankara destekli yeni rejime entegre olmayı kabul ettiğini duyurdu.

Erdoğan, DEM Parti ve CHP dahil parlamentodaki partilerin desteğini alan bu girişimle, Suriye’de SDG’yi destekleyen Washington ile önemli bir çatışma noktasını çözmeyi umuyor. Bu aynı zamanda Türkiye, Şam rejimi ve Kürt hareketinin ABD önderliğindeki bir İran karşıtı eksende bir araya getirilmesinin önünü açabilir. Erdoğan, iç politikasını belirlerken, kendisinin Ortadoğu’da Trump yönetimi için kritik bir müttefik olduğunun bilinciyle hareket etmektedir.

Erdoğan’ın içerideki devlet baskısını tırmandırması, geçtiğimiz Eylül ayında, derinleşen Ortadoğu savaşına karşı “iç cepheyi sağlamlaştırma” çağrısı yapmasının ardından geldi. Erdoğan, özellikle Azeri petrolünün akışına aracılık ederek savaş makinesini beslemeye devam ettiği İsrail’in Filistin ve Lübnan’dan sonra Türkiye’yi hedef alabileceğini öne sürmüştü.

Böyle bir çatışma durumunda ya da İran’a savaş açılması halinde Kürt milliyetçi hareketinin Türk burjuvazisinin çıkarları için bir tehdit olmaktan çıkarılması ve hatta Suriye ve Irak’a yönelik emeller doğrultusunda bir müttefik haline getirilmesi hedefi, PKK ile müzakerelerin yeniden başlatılmasında önemli bir rol oynadı.

Washington ile bağlarını kuvvetlendirme peşinde koşan Erdoğan hükümeti, aynı zamanda ABD ile Avrupalı güçler arasında artan gerilimlerden yararlanmaya ve Avrupa Birliği’ne (AB) katılma hedefini ilerletmeye çalışıyor.

Trump’ın Rusya ile tek taraflı anlaşmaya yönelmesi üzerine Türkiye’nin “Avrupa’nın güvenliği” için vazgeçilmez olduğunu ilan eden Ankara, Ukrayna’ya asker göndermesi düşünülen ülkeler arasında yer alıyor. Erdoğan hükümeti ayrıca Türkiye’deki milyonlarca sığınmacının Avrupa’ya geçmesini engelleme biçimindeki gerici rolünü oynamayı ve bunu bir koz olarak kullanmayı sürdürüyor.

Erdoğan, bu koşullarda, halk tarafından desteklenmeyen savaşları ve militarizmi finanse etmek için devasa sosyal saldırı programlarına girişen ve aşırı sağın yükselişini teşvik eden Avrupalı müttefiklerinin Türkiye’deki gelişmelere karşılık göstermelik eleştirilerden fazlasını yapmayacağını hesaplıyor.

Bu durum, diktatörlüğe karşı ve demokratik haklar uğruna mücadelenin egemen sınıfa ve emperyalist savaşa karşı mücadeleden ayrılamayacağını göstermektedir. Tam da bu yüzden, egemen sınıfın geleneksel bir temsilcisi olan ve NATO ile AB emperyalizmine yönelen CHP, bu mücadeleyi yürütmekten bütünüyle acizdir.

Geçtiğimiz yılki yerel seçimlerden birinci parti olarak çıkan CHP’nin ilk işi, Erdoğan ile bir “normalleşme” süreci başlatmak oldu. Aynı anda hükümetin İsrail’in Gazze soykırımına suç ortaklığını protesto eden ya da 1 Mayıs’ta gösteri düzenleme haklarını kullanmak isteyen gençler ve işçiler şiddetle saldırıya uğrayıp tutuklanıyordu. Bizzat İmamoğlu, Suriye’deki rejim değişikliğinin ardından Şam’ı ilk ziyaret etmek isteyen kişi olmuştu.

İmamoğlu, gözaltından gönderdiği mesajında, “Bu eşitsiz, adaletsiz, bozuk düzeni değiştirmek”ten söz etse de bu, bozuk düzenin kaynağı olan kapitalist toplumsal sistemde mümkün değildir. Eşitliği, adaleti sağlayabilecek ve demokratik bir rejim kurabilecek tek toplumsal güç, iktidarı almak üzere uluslararası sosyalist bir programla donatılması gereken işçi sınıfıdır. Sosyalist Eşitlik Grubu’nun uğruna mücadele ettiği perspektif budur.