Birinci Bölüm | İkinci Bölüm | Üçüncü Bölüm | Dördüncü Bölüm | Beşinci Bölüm | Altıncı Bölüm
Seksen yıl önce, 20 Ağustos 1940’ta, 1917 Ekim Devrimi’nin sürgüne gönderilen önderi ve Dördüncü Enternasyonal’in kurucusu Lev Troçki, Sovyetler Birliği gizli servisi GPU’nun bir ajanı tarafından ölümcül biçimde yaralandı. Devrimci önder, 26 saat sonra, 21 Ağustos akşamının ilk saatlerinde, Meksiko’daki bir hastanede öldü.
Troçki cinayeti; adı bütün tarih boyunca karşıdevrimci hainlik, ihanet ve sınırsız canilik ile eşanlamlı olacak olan Stalin’in önderliğindeki totaliter bürokratik rejim tarafından düzenlenen büyük bir siyasi komplonun sonucuydu. Troçki’nin öldürülmesi, Kremlin tarafından yönetilen bir siyasi soykırım harekâtının doruk noktasıydı. Bu harekâtın amacı, Bolşevik devriminin hazırlanmasında, ona önderlik edilmesinde ve tarihteki ilk işçi devletinin kuruluşunda merkezi bir rol oynamış olan bütün bir Marksist devrimciler ve ileri sosyalist işçiler kuşağının fiziksel olarak imha edilmesiydi. 1936 ile 1938 yılları arasında Moskova’da düzenlenen göstermelik üç duruşma (Ekim Devrimi’nin neredeyse tüm önemli önderlerinin öldürülmesine sözde yasal bir kılıf sağlayan adli tertipler), yüz binlerce insanı yok eden ve Sovyetler Birliği’nin entelektüel ve kültürel gelişimine ve dünya çapında sosyalizm mücadelesine yıkıcı bir darbe indiren bir terör harekâtının yalnızca kamuoyuna gösterilen kısmıydı.
Dünyayı yöneten güçlerin; sürgüne gönderilmiş, Sovyetler Birliği yurttaşlığından mahrum bırakılarak “vizesiz bir gezegen”de yaşayan, alışılagelmiş tüm güç sembollerine erişimden yoksun, sadece bir kalemle silahlanmış ve dünyanın dört bir yanında zulüm gören görece az sayıdaki yoldaşlarının desteğine bağımlı olan Troçki’den daha fazla korktuğu biri yoktu. “Sadece kapitalist ülkelerde değil, aynı zamanda SSCB’de de uzlaşmaz muhalefet partisi” Dördüncü Enternasyonal’in kurucusu ve önderi olan Troçki’nin, çağdaşları arasında eşi bulunmayan bir siyasi ve entelektüel etkisi olmuştu. O, hepsinden üstündü. Karayipli sosyalist entelektüel ve tarihçi C.L.R. James, “Troçki’nin Tarihteki Yeri” başlıklı makalesinde şöyle yazmıştı:
Son on yılında [Troçki], görünüşte güçsüz bir sürgündü. Aynı on yılda, rakibi Stalin, Napolyon’dan beri Avrupa’da hiç kimsenin sahip olmadığı bir güç elde etti. Hitler, dünyayı sarsıyor ve giderken onun bir dev gibi üzerinden geçecek gibi görünüyor. Roosevelt, şimdiye kadar Amerika’yı yöneten en güçlü başkan ve Amerika, dünyadaki en güçlü ülke. Yine de Troçki’nin Marksist yargısı, Engels’in Marx’a ilişkin yargısı kadar kendinden emindir. Troçki, iktidar dönemi öncesinde, sırasında ve düşüşünden sonra, çağdaşları arasında yalnızca Lenin’den sonra geliyordu ve Lenin öldükten sonra zamanımızın en büyük beyni oldu. Bizim tarihe bıraktığımız yargı budur. [1]
Troçki’nin önemi, sadece dünyayı olduğu gibi eşsiz bir parlaklıkla analiz etmesiyle belirlenmiyordu. Aynı zamanda o, dünyanın geleceğini belirleyecek devrimci süreçlerin canlı örneğiydi. Troçki, Nisan 1937’de Kremlin’in onun aleyhine iddialarını soruşturmak için duruşmalar düzenleyen ve sonradan Moskova Duruşmalarının bir komplo olduğu kararına varan Dewey Komisyonu’nun bir celsesi sırasında belirtmiş olduğu gibi, “Benim siyasetim, diplomatik sözleşmeler için değil, uluslararası işçi sınıfı hareketinin gelişmesi amacıyla oluşturulmuştur.” [2]
Troçki; kapitalist sistemin can çekişmesinden kaynaklanan çok büyük tarihsel sorunlara basit—yani, devrimci olmayan—çözümler olduğunu varsayan siyasi şarlatanlığın bütün biçimlerini hor görürdü. Devrimci siyaset, hedeflerine mucizeler vadederek ulaşamazdı. Troçki, büyük toplumsal ilerlemelerin, “yalnızca ajitasyon yoluyla kitleleri eğiterek, işçilere neyi savunup, neyi devirmeleri gerektiğini açıklayarak” başarılabileceği konusunda ısrarcıydı. Devrimci siyasete yönelik bu son derece ilkeli yaklaşım, Troçki’nin ahlak anlayışının da temelini oluşturuyordu. “Ancak devrimin çıkarlarına ters düşmeyen yöntemlere izin verilebilir,” diye yazmıştı. Bu ilkeye bağlılık, Troçki’yi, yöntemleri toplumsal devrimin ihtiyaçları ve dolayısıyla insanlığın ilerleyişi açısından tamamen yıkıcı olan Stalinizme, yalnızca ahlaki açıdan ele alınsa bile, mutlak karşıtlık içine yerleştirmişti. [3]
Lenin’in Ocak 1924’te sadece 53 yaşındayken gelen vakitsiz ölümü, siyasi bir trajediydi. Troçki’nin 60 yaşında suikasta uğraması ise bir felaketti. Onun öldürülmesi, işçi sınıfını Bolşevizmin yaşayan son temsilcisinden ve dünya sosyalist devriminin en büyük stratejistinden yoksun bıraktı. Ne var ki, Troçki’nin yaşamının son yılında—II. Dünya Savaşı’nın patlamasının yön verdiği bir yılda—yürüttüğü teorik ve siyasi çalışma, üstesinden gelinemeyebilecek zorluklar karşısında, Dördüncü Enternasyonal’in hayatta kalmasını sağlamada belirleyici oldu.
Troçki entelektüel gücünün doruğundayken öldürüldü. Sağlığının kötüleşmekte olduğu hissine rağmen, siyasi enerjisinde hiçbir azalma belirtisi yoktu. Günlük olarak siyasi analiz ve polemik makaleleri üretiyorken dahi, tamamlanmamış bir eser olarak bile haklı olarak yazınsal bir başyapıt olarak nitelenebilecek olan bir Stalin biyografisi üzerinde harıl harıl çalışıyordu.
Troçki’nin hayatının son yılındaki yazıları yalnızca önceki dönemler kadar parlak olmakla kalmıyordu; 1939-40 olaylarına ilişkin çözümlemesinin kapsamı, geçerliliğini sürdürmesi bakımından, geleceğe uzanıyordu. Döneminin başka hiçbir figürü, dünyanın durumu ve nereye gittiği hakkında onunla kıyaslanabilir bir kavrayış sergilememiştir.
Örneğin, Troçki, II. Dünya Savaşı’nın patlamasından sadece altı hafta önce, 23 Temmuz 1939’da, bir grup Amerikalı gazeteciye röportaj vermişti. Gazeteciler, onun dünya durumuna ilişkin değerlendirmesini merak ediyorlardı. Troçki, gazeteciler için İngilizce konuşmuştu. Söze, kendisini ziyaret eden Amerikalı bir profesöre, Amerikan hükümeti kendisine Birleşik Devletler’e girmesi için bir vize verirse İngilizcesini geliştireceğine dair söz verdiğini hatırlatarak başladı. Troçki, esefle, “görünen o ki İngilizcemle ilgilenmiyorlar,” diyordu.
Her ne kadar Troçki İngilizceye olan hâkimiyetinden memnun olmasa da, konuşmasının metni, dünya durumunun karmaşıklığı konusundaki ustalığına dair hiçbir şüpheye yer bırakmamaktadır. “Kapitalist sistem bir çıkmazda,” diyen Troçki şöyle devam etmişti:
Kendi açımdan, bu çıkmazın herhangi bir normal, yasal, barışçıl sonucunu görmüyorum. Sonuç ancak muazzam bir tarihsel patlama ile yaratılabilir. Tarihsel patlamalar, savaşlar ve devrimler şeklinde iki türlüdür. İkisini de göreceğimize inanıyorum. Mevcut hükümetlerin programları, iyi hükümetlerin kadar kötü hükümetlerin programları da—tabii iyi hükümetlerin de olduğunu varsayarsak—farklı partilerin programları, barışsever programlar ve reformist programlar, en azından kenardan onları gözlemleyen bir adama, artık, bir patlamadan önce yanardağın eğimli tarafında oyun oynamak gibi görünüyor. Bugünkü dünyanın genel resmi budur. [4]
Troçki, ardından, devam eden ve teması “Yarının Dünyası” olan New York Dünya Fuarı’ndan şöyle söz etmişti:
Bir Dünya Fuarı yaptınız. İngilizcemin bu kadar kötü olmasıyla aynı nedenden dolayı onu ancak dışarıdan değerlendirebilirim; ama Fuar hakkında gazetelerden öğrendiğim, onun “Yarının Dünyası” açısından muazzam bir insan icadı olduğu. Bunun tek taraflı bir tarif olduğuna inanıyorum. Dünya Fuarı’nı sadece teknik açıdan “Yarının Dünyası” olarak adlandırabilirsiniz, çünkü yarının gerçek dünyasını düşünmek isterseniz, Dünya Fuarı’nın üzerinde bombalı, yüzlerce bombalı yüz askeri uçak görmemiz gerekir ve bu faaliyetin sonucu, yarının dünyası olacaktır. Bir yandan insanlığın bu görkemli yaratıcı gücü ve bizim için en önemli alan olan sosyal alandaki bu korkunç geri kalmışlık—teknik deha ve söylememe izin verin, toplumsal ahmaklık—günümüz dünyası işte budur. [5]
Günümüzdeki “Bugünün Dünyası”nın bir tasviri ve “Yarının Dünyası”na—yani, bu on yılın krizlerinden ortaya çıkan dünyaya—dair bir tahmin olarak, neredeyse tek bir sözcüğü bile değiştirmeye gerek yok. Dünyanın her yerinde, sınırsız açgözlülüğü sınırsız ahmaklıkla birleştiren hükümetlerin ne yeterlilikle ne de insanlıkla yanıt verebildiği koşullarda, şu soru soruluyor: Bu kriz nasıl çözülecek? Bizim cevabımız Troçki’ninki ile aynı: Çözüm, “muazzam bir tarihsel patlama” biçiminde gelecek. Ve yine Troçki’nin 1939’da açıklamış olduğu gibi, bu tür patlamalar, savaşlar ve devrimler şeklinde iki türlüdür. Bunların her ikisi de gündemdedir.
Temmuz 1939’da Troçki’ye sorular soran gazeteciler, onun dış politika konusunda Amerikan hükümetine vereceği herhangi bir tavsiyenin olup olmadığını da öğrenmek istiyorlardı. Troçki’nin verdiği yanıtta mizahtan eser yoktu:
Washington hükümetinin bana vize vermeyi gereksiz bulmasıyla aynı siyasi sebepten dolayı Washington hükümetine tavsiyelerde bulunmaya kendimi uygun hissetmediğimi söylemeliyim. Bizler Washington hükümetinden farklı bir sosyal konumdayız. Ben, kapitalist bir hükümete değil, benimle aynı hedeflere sahip bir hükümete tavsiye verebilirim ve Amerika Birleşik Devletleri hükümeti, Yeni Düzen’e rağmen, bana göre, emperyalist ve kapitalist bir hükümettir. Ben ancak devrimci bir hükümete ne yapması gerektiğini söyleyebilirim—ABD’deki gerçek bir işçi hükümetine.
Sanıyorum ilk iş, Altmış Aile’yi mülksüzleştirmek olur. Bu çok iyi bir önlem olur, sadece ulusal bir açıdan değil ama dünya meselelerini çözme açısından—diğer uluslara iyi bir örnek olur. [6]
Troçki, bunun yakın gelecekte başarılamayacağının farkındaydı. Avrupa’daki işçi sınıfının yenilgileri ve yaklaşan savaş, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki devrimi erteleyecekti. ABD’nin yaklaşan savaşa girmesi yalnızca bir an meselesiydi. “Eğer Amerikan kapitalizmi ayakta kalırsa ki bir süreliğine kalacak, Amerika Birleşik Devletleri’nde dünyanın en güçlü emperyalizmine ve militarizmine tanık olacağız.” [7]
Troçki, Temmuz ayındaki röportajında bir tahmin daha yapmıştı. Aslında bu, Sovyet dış politikasına ilişkin, son beş yıldır ileri sürmekte olduğu bir siyasi analizin yeniden ifade edilmesiydi. Eski Sovyet diplomatı Maksim Litvinov’un dışişleri bakanlığından alınıp, yerine Stalin’in en yakın suç ortağı Molotov’un geçirilmesine atıfta bulunan Troçki, bu değişiklik, diyordu, “Kremlin’den Hitler’e şunun imasıdır: biz [Stalin] politikamızı değiştirmeye, birkaç yıl önce size ve Hitler’e sunmuş olduğumuz hedefimizi, amacımızı gerçekleştirmeye hazırız. Çünkü Stalin’in uluslararası politikadaki hedefi, Hitler ile bir anlaşmaya varmaktır.” [8]
O geç tarihte bile, Sovyetler Birliği’nin Nazi Almanyası ile ittifak kuracağı fikri, neredeyse tüm “uzman” görüşlerine göre saçma kabul edildi. Fakat geçmişte çok sık olduğu üzere, olaylar Troçki’nin çözümlemesini doğruladı. Troçki’nin röportajından tam bir ay sonra, 23 Ağustos 1939’da, Moskova’da Stalin-Hitler Saldırmazlık Paktı imzalandı. Hitler’in savaş planlarının önündeki son engel, Stalin tarafından kaldırılmış oldu. Nazi rejimi 1 Eylül 1939’da Polonya’yı istila etti. İki gün sonra Britanya ve Fransa, Almanya’ya savaş ilan etti. Birinci Dünya Savaşı’nın patlamasından yirmi beş yıl sonra, İkinci Dünya Savaşı başlamıştı.
Kremlin’in Hitler’e yöneleceğini defalarca öngörmüş olan Troçki, Stalin’in ihanetine hiç şaşırmamıştı. Stalin’in öngörüsüzlüğü ve yetersizliği nedeniyle Sovyetler Birliği’nin ağır bir bedel ödeyeceği uyarısında bulundu. Diktatörün, Sovyet bürokrasisini Nazi Almanyası ile savaş riskinden kurtardığı inancının, yine felaket getiren bir yanlış hesaplama olduğu kanıtlanacaktı.
***
Savaşın patlaması, Dördüncü Enternasyonal içinde, Troçki’nin hayatının son yılının başlıca odak noktası haline gelen bir krizi tetikledi. Troçki’nin buna yoğunlaşması isabetsiz değildi: Amerikan Sosyalist İşçi Partisi (SWP) içinde James Burnham, Max Shachtman ve Martin Abern önderliğindeki azınlık hizbine verdiği yanıt, Marksizmin teorik temellerini ve Sovyet bürokrasisinin suçlarına rağmen Ekim Devrimi tarafından temsil edilen tarihsel ilerlemeyi savunması bakımından asli önem taşımakla kalmıyordu. Troçki’nin polemiği, II. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında devrimci strateji, program ve perspektif konularında ortaya çıkan en zor sorunların birçoğunu öngörmüştü.
Stalin-Hitler Paktı’nın imzalanması ve onu Sovyetler Birliği’nin 1939 Eylül ayı ortasında Polonya’yı ve ardından Finlandiya’yı (1939-40 Kış Savaşı) istila etmesinin takip etmesi, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki küçük burjuva radikal aydınların ve sanatçıların geniş kesimleri içinde öfkeye neden oldu. Bu geniş ve etkili sosyal çevrenin birçok üyesi, Büyük Terör sırasında Stalin’in Yaşlı Bolşevikleri yok etmesini ve İspanyol Devrimi’ni boğmasını kabullenebilmiş, hatta desteklemişti. 1936-39 yıllarındaki suçlar, Stalinist rejimin Sovyetler Birliği ile “Batılı Demokrasiler” arasında hâlâ uluslararası bir ittifakı savunduğu sırada işlenmişti. Bu yönelimin ülke içindeki uygulaması, Stalinist partiler tarafından, işçi sınıfı ile kapitalist siyasi partiler arasında, kapitalist bir program temelinde bir ittifakın (“Halk Cephesi”) savunulmasıydı. Stalin’in Almanya ile Pakt imzalaması, bu özel sınıf işbirliği biçimine, tamamen sinik ve oportünist tarzda bir darbe indirdi. Demokratik küçük burjuvazinin ruh hali Sovyetler Birliği aleyhine döndü. Demokratik entelijansiyanın Stalinizmi eleştirisiz ve yanlış bir biçimde sosyalizmle özdeşleştirdiği ölçüde, Sovyetler Birliği’nin aleyhine dönüş, açıkça komünizm karşıtı bir karakter edindi.
Bu siyasi kayma, Sosyalist İşçi Partisi ve Dördüncü Enternasyonal’in diğer şubeleri içinde bir muhalefet eğiliminin gelişmesine yansıdı. Bu eğilimin SWP içindeki en önemli önderleri, Max Shachtman (Amerikan Troçkist hareketinin kurucularından ve James P. Cannon ile beraber SWP içindeki en etkili figür) ve James Burnham idi (New York Üniversitesi’nde felsefe profesörü). Onlar, Stalin-Hitler Paktı’nın ve Polonya’nın istila edilmesinin bir sonucu olarak, Sovyetler Birliği’ni yozlaşmış bir işçi devleti olarak tanımlamanın artık kabul edilebilir olmadığını savundular. Sovyetler Birliği’nin yeni bir sömürücü toplum biçimine dönüştüğünü; bürokrasinin, Marksist teoride öngörülmemiş yeni türde bir egemen sınıf işlevi gördüğünü iddia ettiler. Azınlığın Sovyet toplumunu tanımlamak için kullandığı terimlerden biri, “bürokratik kolektivizm” idi. Bu yeni değerlendirmenin doğal bir sonucu, emperyalist bir devletle savaş durumunda, düşman Nazi Almanyası bile olsa, Sovyetler Birliği’ni savunmayı reddetmekti.
Troçki açısından, Shachtman ile Burnham’ın, Dördüncü Enternasyonal’in Sovyetler Birliği’ni yozlaşmış işçi devleti olarak tanımlamayı bırakması talebi, yalnızca bir terminoloji meselesi değildi. Troçki şunu sormuştu: Sovyetler Birliği’ni artık bir işçi devleti olarak tanımlamama talebinin pratik siyasi sonuçları nelerdir?
Bir an için bürokrasinin yeni bir “sınıf” olduğunu ve SSCB’deki mevcut rejimin özel bir sınıfsal sömürü sistemi olduğunu kabul edelim. Bu tanımlardan çıkaracağımız yeni politik sonuçlar ne olur? Dördüncü Enternasyonal bürokrasinin emekçilerin devrimci ayaklanmasıyla devrilmesi gerektiğini uzun süre önce kabul etti. Bürokrasinin bir sömürücü “sınıf” olduğunu ilan edenlerce önerilen veya önerilebilecek başka şey yoktur. [9]
Ancak Sovyetler Birliği tanımında SWP azınlığının talep ettiği şekilde değişiklik yapılmasının, terminolojiyi netleştirmenin çok ötesinde sonuçları vardı. SSCB’nin yozlaşmış bir işçi devleti olarak tanımlanması, toplumsal değil ama siyasi bir devrim talebiyle bağlantılıydı. Bu ayrımın altında, Stalinist bürokrasinin devrilmesinin, Ekim Devrimi’nin temeli üzerine kurulmuş mülkiyet ilişkilerinde bir değişimi içermeyeceği kanaati yatıyordu. Bürokratik rejimi deviren ve Sovyet demokrasisini yeniden kuran işçi sınıfı, Rus burjuvazisinin devrilmesi ve kapitalist mülkiyete el konulması yoluyla elde edilen ulusallaştırılmış mülkiyete dayanan ekonomik sistemi muhafaza edecekti. Ekim Devrimi’nin bu temel kazanımından, Sovyetler Birliği’nin sonraki ekonomik ve kültürel gelişiminin kritik önem taşıyan ekonomik temelinden vazgeçilmeyecekti.
Azınlığın pozisyonu, Ekim Devrimi’nden geriye kurtarmaya değer bir şeyin kalmadığı varsayımından yola çıkıyordu. Dolayısıyla, Sovyetler Birliği’nin savunulmasını Dördüncü Enternasyonal’in programında tutmak için hiçbir neden yoktu.
Troçki başka bir kritik meseleyi daha gündeme getirdi. Eğer bürokrasi, SSCB’de yeni bir sömürücü toplum biçimi kuran yeni bir sınıfı temsil ediyorsa, bu yeni sınıfla benzersiz bir şekilde özdeşleşen yeni mülkiyet ilişkileri biçimleri nelerdi? “Bürokratik kolektivizm”, kapitalizmin ve sosyalizmin ötesinde, ekonomik gelişmenin hangi yeni aşamasının tarihsel olarak meşru ve hatta gerekli bir ifadesiydi? Dördüncü Enternasyonal, bürokrasinin siyasi iktidarı gasp ettiğini ve onu, 1917 işçi devrimi sayesinde kazanılan ulusallaştırılmış mülkiyete dayanarak ayrıcalıklar elde etmek için kullandığını savunuyordu. Stalin’in önderliğindeki bürokrasinin elindeki diktatörlük gücü, Sovyet devletinin belirli siyasi koşullar altında yozlaşmasının ürünüydü. Bu koşullar; esas olarak, 1917 öncesi kapitalist Rusya ekonomisinin Bolşeviklerce miras alınan tarihsel geri kalmışlığı ve Bolşeviklerin Rusya’da iktidarı ele geçirmesinden sonra Avrupa ve Asya’daki devrimci hareketlerin yenilgiye uğramasının sonucu olarak, Sovyetler Birliği’nin uzun süren siyasi yalıtılmışlığıydı.
Bu koşulların devam etmesi halinde—yani, işçi sınıfının yenilgilerinin ve emperyalizmin başlıca merkezlerinde kapitalizmin uzun süre ayakta kalmasının sonucu olarak, Sovyetler Birliği’nin yalıtılmışlığının devam etmesi halinde—işçi devletinin varlığı sona erecekti. Ancak bu sürecin sonucu, diyordu Troçki, ulusallaştırılmış mülkiyetin tasfiyesi ve kapitalist mülkiyet ilişkilerinin yeniden kurulması biçimini alacaktır. Bu sonuç, siyasi iktidarlarını devlet varlıklarını çalmak için kendi çıkarlarına kullanan güçlü bir bürokratlar kesiminin yeniden oluşan bir kapitalist sınıfa dönüşmesini içerecekti. Troçki, bu sonucun ciddi bir olasılık olduğu uyarısında bulunmuştu. Bu olasılık, ancak ileri kapitalist ülkelerdeki sosyalist devrimle bağlantılı olarak, siyasi devrim yoluyla engellenebilirdi.
Sovyetler Birliği’ne ilişkin uygun terminolojik tanım konusundaki tartışmanın bu şekilde dikkatlice incelenmesi, Troçki’nin, SWP içindeki muhalefet tarafından gündeme getirilen program değişikliklerinin geniş kapsamlı tarihsel ve siyasi sonuçlarını tespit etmesini sağladı:
Tarihsel alternatif, sonuna kadar götürüldüğünde şuraya varır: Stalin rejimi ya burjuva toplumunun sosyalist bir topluma dönüşümü sürecinde meydana gelen istenmeyen bir sapmadır ya da yeni bir sömürücü toplumun ilk aşamasıdır. Eğer ikinci teşhisin doğru olduğu kanıtlanırsa, o zaman kuşkusuz, bürokrasi yeni bir sömürücü sınıf haline gelecektir. İkinci perspektif ne kadar can sıkıcı olsa da dünya proletaryası gelişmelerin kendisine verdiği misyonu yerine getirmede yeteneksiz olduğunu fiilen kanıtlamak durumunda kalırsa, kapitalist toplumun iç çelişkilerini temel alan sosyalist programın sonuçta bir Ütopya olduğunu kabul etmekten başka yapacak şey kalmaz. Bu durumda yeni bir “asgari” programın –totaliter bürokratik toplumdaki kölelerin çıkarlarını savunmak için– gerekli olacağı açıktır.
Peki, bugün için bizi sosyalist devrim perspektifinden vazgeçmeye zorlayacak kadar itiraz kabul etmez veya etkileyici objektif veriler var mıdır? Bütün sorun budur. [10]
Dolayısıyla, söz konusu olan, bütün sosyalist projenin tarihsel meşruiyetiydi. Stalin’in Hitler’le ittifakı, İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle birleştiğinde, işçi sınıfının Marksist teoride kendisine verilen tarihsel görevi yerine getiremeyeceğinin itiraz kabul etmez bir kanıtı mıydı? Böylelikle, Burnham ve Shachtman’la—ve doğrusu, temsil ettikleri geniş bir morali bozuk küçük burjuva aydınlar tabakasıyla—tüm tartışma, işçi sınıfının, Marx ve Engels tarafından maddeci tarih anlayışını geliştirip olgunlaştırmaları sırasında teşhis edildiği gibi, devrimci bir sınıf olup olmadığına dayanmıştı. Troçki’nin, son seksen yıldır siyasi ve entelektüel yaşama hâkim olan bu tarihsel meseleye verdiği yanıt, onun önemini, yirminci yüzyılın en derin ve ileri görüşlü siyasi düşünürü olarak saptamak için neredeyse tek başına yeterlidir. Bu konum yalnızca Lenin ile paylaşılmaktadır. Bu nedenle, şu pasajın tamamını alıntılamak yerinde olur:
Kapitalist toplumun, açık karakterini Temmuz 1914’te kazanan krizi, savaşın daha ilk gününden itibaren proletarya liderliği içinde de şiddetli bir kriz üretti. O zamandan beri geçen 25 yıl içinde ileri ülkelerin proletaryası çağımızın görevlerinin gerektirdiği düzeye çıkabilecek bir liderliği henüz yaratamamıştır. Ne var ki, Rusya’nın ortaya koyduğu deney, böyle bir liderliğin yaratılabileceğini doğrular. (Bu durum, kuşkusuz, liderliğin yozlaşmaya bağışık olacağı anlamına gelmez.) Sonuç olarak soru şekilde ortaya çıkar: objektif tarihsel zorunluluk, uzun vadede, işçi sınıfının öncüsünün bilincinde kendisine bir yol açacak mı; yani, bu savaş sürecinde ve savaşın yaratacağı derin şoklar sırasında, iktidarın fethinde proletaryaya önderlik edebilecek yetenekte gerçek bir devrimci liderlik oluşturulacak mı?
Dördüncü Enternasyonal, sadece program metni ile değil varlığıyla da bu soruya olumlu yanıt vermiştir. Sahte Marksizmin düş kırıklığına uğramış ve ürkmüş çeşitli tiplerdeki tüm temsilcileri, tam aksine, liderliğin iflası ancak proletaryanın devrimci görevini yerine getirme konusundaki kapasitesizliğini “yansıtır” varsayımından türediler. Muhaliflerimizin hiçbiri bu düşünceyi açıkça ifade etmez ama hepsi –Stalinistler ve sosyal demokratlar bir yana, aşırı solcular, merkezciler ve anarşistler de– yenilgilerin sorumluluğunu kendi üzerlerinden proletaryanın omuzlarına aktarırlar. Bunların hiçbiri, proletaryanın tam olarak hangi koşullar altında sosyalist altüst oluşu gerçekleştirebileceğini göstermezler.
Yenilgilere yol açan nedenin bizzat proletaryanın toplumsal niteliklerinden kaynaklandığını kabul edersek, o zaman modern toplumun çaresiz durumda olduğunu kabul etmek zorunlu olacaktır. Çürüyen kapitalizm koşulları altında proletarya ne sayısal olarak ne de kültürel olarak gelişir. Bu nedenle proletaryanın devrimci görevlerle baş edebileceği düzeye yükseleceğini beklemenin hiçbir temeli olmaz. Emekçi kitlelerin kendilerini kanlı kapitalist kaostan kurtarmak için duydukları organik, derin, yenilmez dürtü ile eskimiş işçi liderliğinin tutucu, yurtsever ve tamamen burjuva karakteri arasındaki derin antagonizmayı zihninde açıklığa kavuşturmuş kişi için, bu durum kendisini tamamen farklı bir biçimde ortaya koyar. Bu iki uzlaşmaz anlayıştan birini seçmek zorundayız. [11]
Ne Shachtman ne de Burnham perspektiflerinin sonuçları üzerine kafa yorma girişiminde bulunmuştu. Bırakın dünya tarihinin gidişatını, kendilerinin sağcı ve emperyalizm yanlısı siyasi yörüngelerini bile öngörmekten acizdiler. Onların siyasi düşüncelerine, tepki verdikleri olayları esas dünya tarihsel bağlamı içine yerleştirmeye çalışmadan, “canlı olayların gerçekliği”ne dair günlük izlenimlere dayanan doğaçlama siyasi yanıtlardan oluşan en kaba pragmatizm yol gösteriyordu. Troçki, onların siyasi eklektizmlerine dikkat çekmişti.
Muhalefet liderleri sosyolojiyi diyalektik materyalizmden ayırırlar. Politikayı sosyolojiden ayırırlar. Politika alanında Polonya’daki görevlerimizi İspanya’daki deneyimimizden—Finlandiya’daki görevlerimizi Polonya’daki konumumuzdan, ayırırlar. Tarih her biri istisna olan bir olaylar dizisine dönüştürülür; politika bir dizi doğaçlamaya dönüştürülür. Burada sözcüğün tam anlamıyla, Marksizmin parçalara ayrılması, teorik düşüncenin parçalara ayrılması, politikanın onu oluşturan unsurlara ayrılması ile karşı karşıyayız. Ampirizm ve onun süt kardeşi izlenimcilik tepeden tırnağa hâkimdir. [12]
Bu polemik sırasında Troçki, Burnham ile Shachtman’ı kesinlikle gafil avlayacak bir tarzda, diyalektik mantık sorununu tartışmaya soktu. Troçki, Burnham’ın diyalektiği anlamsız diyerek ciddiye almadığının ve Hegel’i küçümsediğinin elbette farkındaydı. Bu kendini beğenmiş profesör, Hegel’i, ahmakça, “insan düşüncesinin yüzyıl önce ölmüş en büyük kafa karıştırıcısı” olarak niteliyordu. [13] Max Shachtman’a gelince, felsefeye ilişkin meselelere özel bir ilgisi yoktu ve diyalektik maddeciliğin devrimci siyasetle ilişkisi konusunda agnostik (bilinemezci) olduğunu ilan etmişti. Bu durumda, Troçki’nin “felsefi dönüşü” hakkında yapmacık veya kaprisli hiçbir şey söz konusu değildi.
İşçi sınıfının siyasi yönelimi için gerekli olan bilimsel bir perspektifin geliştirilmesi, karmaşık, çelişkili ve dolayısıyla hızla değişen sosyoekonomik ve siyasi duruma ilişkin, pragmatik izlenimcilikle seyreltilmiş formel mantık temelinde edinilemeyecek bir analiz düzeyini gerektiriyordu. Bilimsel yöntemin yokluğu, felsefi uzmanlığa dair tüm iddialarına karşın, Burnham’ın Sovyet toplumu ve politikalarına ilişkin analizinin tarihsel içerikten yoksun olmasında ve büyük ölçüde toplumun yüzeyinde görülebilen görüngülere dair izlenimci açıklamalara dayanmasında kaba bir ifade bulmuştu. Burnham’ın, karmaşık sosyoekonomik ve siyasi süreçlere yönelik pragmatik sağduyu yaklaşımı, teorik olarak değersizdi. O, mevcut Sovyetler Birliği’ni, ideal terimlerle, gerçek bir işçi devleti olması gerektiğini düşündüğü şeyle karşılaştırıyordu. Yozlaşmanın altında yatan toplumsal ve siyasi güçlerin tarihsel sürecini ve çatışmasını ulusal ve uluslararası ölçekte açıklamaya çalışmıyordu.
Troçki, Burnham’ı uygun bir şekilde şöyle yanıtlamıştı:
Bayağı düşünce, kapitalizmin kapitalizme, ahlakın ahlaka eşit olduğunu vb. varsayan sabit soyutlamalar olarak kapitalizm, ahlak, özgürlük, işçi devleti vb. kavramlarla işler. Diyalektik düşünce ise, bütün şeyleri ve olguları sürekli değişimleri içinde çözümler; bunu yaparken de bu değişimlerin maddi koşullarında, “A”nın “A” olmaktan, bir işçi devletinin işçi devleti olmaktan çıktığı kritik sınırı saptar.
Bayağı düşüncenin başlıca sakatlığı, onun, sonsuz devinimden oluşan gerçekliğin devinimsiz izleriyle yetinme arzusunda yatmaktadır. Diyalektik düşünce, daha yakın tahminler, düzeltmeler, somutlaştırmalar yoluyla kavramlara bir içerik zenginliği ve esneklik kazandırır. Hatta diyebilirim ki, onları bir ölçüde canlı olguya yakınlaştıran bir öz kazandırır. Genel olarak kapitalizm değil ama gelişmenin belirli bir aşamasındaki verili kapitalizm. Genel olarak işçi devleti değil ama geri kalmış bir ülkede emperyalist kuşatma altında olan verili bir işçi devleti, vb.
Diyalektik düşünce, bayağı düşünceyle, sinema filminin durağan fotoğraf ile ilişkisinde olduğu türde bir ilişki içindedir. Sinema filmi, durağan fotoğrafı dışlamaz; bir dizi fotoğrafı hareket yasalarına uygun biçimde bir araya getirir. Diyalektik, çıkarımı inkar etmez; bize, onları, sürekli değişen gerçekliği daha yakından kavramamızı sağlayacak biçimde birleştirmeyi öğretir. Hegel, Mantık’ında, niceliğin niteliğe dönüşümü, çelişkiler dolayımıyla gelişme, içerik ile biçimin çatışması, sürekliliğin kesintiye uğraması, olasılığın kaçınılmazlığa dönüşmesi gibi, kuramsal düşünce için, basit çıkarımın daha temel görevler için sahip olduğu kadar önemli olan bir dizi yasa saptadı. [14]
Troçki, en derin fikirleri kolay anlaşılır dilde ifade etmeye çalışan ve de edebilen, ender rastlanır gerçekten büyük yazarlar kategorisine aitti. Ancak netliğe, entelektüel derinlik pahasına ulaşmamıştı. Bilakis, netlik, temel teorik meselelerdeki ustalığının bir tezahürüdür.
Bu pasajın, Troçki ile Lenin’in diyalektik mantık kavrayışının çarpıcı bir kesişimini ortaya çıkardığını da belirtmek gerekir. Lenin, Hegel’i yorumladığı Hegel’in Mantık Bilimine Genel Bakış’ta (Bolşevik önderin Toplu Eserler’inin 38. cildinde yayımlanan felsefe defterlerinin bir kısmı) şöyle yazıyordu:
Mantık, biliş bilimidir. Bilgi teorisidir. Bilgi, doğanın insan tarafından yansıtılmasıdır. Ancak bu, basit, dolaysız, tam bir yansıma değildir; bir dizi soyutlama süreci, kavramların, yasaların, vb. oluşumu ve gelişimi ve bu kavramlar, yasalar, vb. (düşünce, bilim = “mantıksal İdea”), sonsuza kadar hareket eden ve gelişen doğanın evrensel yasalarca yönetilen karakterini şartlı olarak, yaklaşık olarak kucaklar. Burada aslında, nesnel olarak, üç öğe vardır: 1) doğa; 2) insan bilişi = insan beyni (bu aynı doğanın en yüksek ürünü olarak) ve 3) doğanın insan bilişindeki yansıma biçimi ve bu biçim tam olarak kavramlardan, yasalardan, kategorilerden, vb. oluşur. İnsan doğayı tümüyle, eksiksizce, “dolaysız bütünselliğiyle” idrak edemez = yansıtamaz = aksedemez; buna, soyutlamalar, kavramlar, yasalar, dünyanın bilimsel bir resmi, vb., vb. yaratarak, sonsuza kadar ancak yaklaşabilir. [15]
Azınlık, Nisan 1940’ta SWP’den koptu ve “İşçi Partisi”ni kurdu. Burnham, bir aydan biraz uzun bir süre o partinin saflarında kaldı. 21 Mayıs’ta, Shachtman’la birlikte kurdukları örgüte bir istifa mektubu göndererek sosyalizmi toptan ve mutlak reddettiğini ilan etti. Burnham, diyalektik maddeciliği reddetmesinden son sonuçları çıkararak şöyle yazıyordu: “Ben, ister reformist, Leninist, Stalinist ister Troçkist olsun, Marksist hareket ile bağlantılı önemli inançların hiçbirini geleneksel haliyle kabul etmiyorum.” [16] Muhalefetin teorisyeninin firar ettiğini öğrenen Troçki, avukatı (ve SWP üyesi) Albert Goldman’a şöyle yazmıştı: “Burnham diyalektiği kabul etmiyor ama diyalektik onun ağından kaçmasına izin vermez. Bir ağa sinek gibi yakalanır.” [17]
Burnham, İşçi Partisi’ni terk etmesinin ardından, hızla burjuva politikasının aşırı sağına doğru yol aldı, Sovyetler Birliği’ne karşı önleyici nükleer savaş savunucusu oldu ve 1987’de ölmeden kısa süre önce, Başkan Ronald Reagan tarafından Özgürlük Madalyası ile ödüllendirildi. Shachtman’ın evrimi daha uzun sürdü. Kendisinin “Üçüncü Kamp”ı, “Ne Washington ne Moskova” sloganıyla tanımlanıyordu. Zamanla, Shachtman, Washington’a destek yasağından vazgeçti ve ABD tarafından yürütülen Soğuk Savaş’ın bir savunucusu haline geldi. Bu, nihayetinde onu 1961’deki Domuzlar Körfezi çıkarmasına ve daha sonra Kuzey Vietnam’ın bombalanmasına tam destek vermeye sürükledi.
Sürecek
Dipnotlar
[1] “Trotsky’s place in History”, C. L. R. James and Revolutionary Marxism: Selected Writings of C.L.R. James 1939-49 içinde, ed. Scott McLemee ve Paul Le Blanc (Chicago, 2018), s. 93
[2] The Case of Leon Trotsky (New York, 1968), s. 291
[3] Lev Troçki “Savaşta SSCB”, Marksizmi Savunurken (İstanbul: Kardelen Yayınları, 1992), s. 49
[4] “On the Eve of World War II, Writings of Leon Trotsky 1939-40 (New York, 1973), s. 17
[5] Age., s.17-18
[6] Age., s. 25
[7] Age., s. 26
[8] Age., s. 19-20
[9] Marksizmi Savunurken, s. 34
[10] Age., s. 40-41
[11] Age., s. 43-44 (düzeltilmiş çeviri)
[12] Age., s. 126
[13] Tarihsel ve Uluslararası Temellerimiz – Sosyalist Eşitlik Partisi (ABD) (İstanbul: Mehring Yayıncılık, 2017) içinde alıntı, s. 67
[14] Age., alıntı s. 67-68
[15] Lenin Collected Works, Cilt 38 (Moskova: 1961), s. 182
[16] In Defence of Marxism (Londra, 1971), s. 257
[17] Age., s. 224