Bu yazı, üç bölümlük bir dizinin son bölümüdür. Birinci Bölüm 6 Şubat’ta, İkinci Bölüm 7 Şubat’ta yayımlandı.
31 Mart yerel seçimleri ve İstanbul’da yaklaşan felaket
Türkiye, Mart sonunda yapılacak yerel seçimler dolayısıyla, burjuva partilerinin adaylarının genellikle gerçekleşmeyecekleri önceden belli olan vaatleri sıraladığı bir sürece yeniden girdi. Bu seçimlerin merkezinde, Türkiye’nin nüfusunun yüzde 18,49’unun ikamet ettiği ve bilim insanlarına göre büyük bir deprem olma olasılığının oldukça yüksek olduğu İstanbul ve Marmara Bölgesi bulunuyor.
Alman Yer Bilimleri Araştırma Merkezi (GFZ) uzmanları, Türkiye’nin tektonik yapısını analiz eden araştırmalarında, Marmara Denizi’nde 7,4 büyüklüğünde bir depremin olasılığına dikkat çekmişti. Deprem konusunda Türkiye’nin en saygın bilim insanlarından biri olan Profesör Naci Görür’e göre ise İstanbul’da her an deprem olma riski yüzde 47. Görür, bu konuda, “Bu inanılmaz bir oran. Neredeyse yazı tura atacaksın,” demişti.
Görür, başka bir röportajda, İstanbul’daki milyonlarca emekçinin karşı karşıya olduğu tehlikeli durumu şöyle tarif etmişti: “Basit bir hesap: 1 milyon 600 bin bina var. İstanbul’da bütün ölümlü vakaları gel yüzde 1’e indirelim. Yüzde 99’unda insanların burnu kanamasın. 16 bin bina yapar. Her bina 4 katlı olsun, 64 bin kat demektir. Her kata iki daire koy 128 bin daire… Her daireye 4 kişi koy, [ölümler] 400 binleri geçiyor mu?”
2021’de, dönemin İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Genel Sekreter Yardımcısı Mahir Polat, İstanbul’da olması beklenen depremde 200.000 binanın orta ve ağır hasar almasının tahmin edildiğini, bunun sonucunda yaklaşık 3 milyon insanın etkilenebileceğini söylemişti.
Bu durum, İstanbul’da yaşayan yaklaşık 16 milyon ve Marmara Bölgesi’ndeki toplam 24 milyon kişinin büyük bir risk altında yaşadığını ancak devletin çok daha büyük bir felaketi önlemeye yönelik hiçbir hazırlığının olmadığını ortaya koymaktadır. Ve bu durum, daha bir yıl önce Türkiye ve Suriye’de resmi olarak 60 bin insanın, çok daha az yoğunluktaki kentsel alanlarda önlenebilir şekilde hayatını kaybetmiş olmasına rağmen devam etmektedir.
Bu koşullarda, AKP’nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı için belirlediği aday, 2018-2023 yılları arasında Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı görevini üstlenen Murat Kurum oldu. Kurum icraatlarıyla sadece depremde yıkılan binaların siyasi sorumluluğunu paylaşmıyor, kendisi aynı zamanda Türkiye genelinde kentlerin ve yerleşim alanlarının yeni afet risklerine açık hale getirilmesinde büyük bir sorumluluğa sahiptir.
Bakanlığı öncesinde 2009-2018 yılları arasında TOKİ iştiraki Emlak Konut GYO A.Ş. Genel Müdürü olarak görev yapmış olan Kurum, seçim kampanyasına “deprem odaklı şehircilik dönüşümü” başlığı altında verdiği taahhütlerle başladı. Oysa Kurum, bakanlığı döneminde başta İstanbul olmak üzere birçok şehirde dolgu alanlarını, sahilleri, dere yataklarını, tarım arazilerini, daha önce yapı yasağı olan askeri bölgeleri TOKİ aracılığıyla imara açmış ve buralarda yoğun inşaat faaliyetleri başlatmıştı.
Deprem bekleyen İstanbul’da AKP döneminde inşa edilen gökdelenlerin büyük bir kısmı Kurum’un Emlak Konut GYO A.Ş. Genel Müdürlüğü döneminde, Emlak Konut Projesi olarak onun imzasıyla inşa edilmiştir. Bu gökdelenlerin ve “dikey mimari”nin” sorumlusu olan bir kişinin bugün az katlı “yatay mimari”yi savunuyor olması ancak burjuva siyaset sahnesinin ona verdiği yeni rol ile açıklanabilir.
Ayrıca Kurum Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın imzasıyla 6 Haziran 2018’de Resmi Gazete’de yayımlanan kararla yürürlüğe giren “imar barışı” adı verilen imar affını, 10 Temmuz 2018’de bakanlık görevini devralarak yürütmüştü. 6 Şubat depremlerinde yıkılarak binlerce insanın ölümüne sebep olan binaların pek çoğu bu imar affından yararlanmıştı.
İstanbul’un mevcut belediye başkanı ve CHP’nin yeniden adayı Ekrem İmamoğlu’nun dört yıl boyunca uyguladığı ve depreme karşı çare olarak gösterilen “kentsel dönüşüm” ise aynı ondan önceki AKP yönetimi gibi sayısal olarak çok az yapıyı dönüştürmesi bir yana, İstanbul’da, işçi sınıfı sakinlerini kent merkezinden çıkarıp oralara hali vakti yerinde olanlar için lüks rezidanslar inşa etmeye ve bunlardan büyük kârlar elde edilmesine hizmet etmiştir.
İmamoğlu’nun belediye başkanlığı, deprem için sadece arazi çalışmaları, bina taramaları ve istatistiksel çalışmaların yapıldığı, fiili dönüşümün oransal olarak neredeyse hiç yapılmadığı bir dönem olmuştur. Belediyenin elinde maliyetine inşaat yapıp teslim edebileceği KİPTAŞ gibi bir şirket varken, İBB kentsel dönüşüm başvurularını KİPTAŞ aracılığıyla anlaşmalı müteahhitlere yönlendiriyor. Bu müteahhitler ise başvuru sahiplerine çoğu durumda karşılamaları mümkün olmayan yüksek fiyatlarla ev inşa etme teklifi veriyorlar. İmamoğlu ise bu durumu “halka hizmet” olarak sunuyor.
İBB’nin verilerine göre, İstanbul’da bulunan 1 milyon 200 bin binadan 800 bini, 2000 yılı öncesindeki yönetmeliklere uygun olarak inşa edilmiş durumda. Bu binaların en iyimser tahminle yaklaşık 200 bininin depremde ağır hasar alması ya da yıkılması muhtemel olduğu düşünülüyor. Bu yapılar, toplamda 1 milyon 300 bin hane ve yaklaşık 3 milyon nüfus barındırmaktadır.
Türkiye’de, İstanbul’u da kapsayan Marmara Bölgesi’ndeki 24 milyondan fazla insan da dahil olmak üzere nüfusun çoğunluğu sürekli bir deprem tehdidi altında yaşamaktadır. Şubat 2023’teki felaketten bir yıl sonra, tehdit altındaki halk kitlelerinin can güvenliğini sağlamak için somut olarak hiçbir şey yapılmış değildir.
Bunun yapılmamasının önündeki engeller doğal değil toplumsaldır. Marmara Bölgesi’nde beklenen felaket, Maraş depreminde olduğu gibi, son tahlilde, 2019 yerel seçimlerinde ve 2023 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde CHP’nin arkasına dizilen sahte sol gruplar da dahil olmak üzere tüm düzen partilerinin savunduğu kapitalist sistemden kaynaklanan bir felaket olacaktır.
Dünyada İstanbul gibi doğal afet tehdidi altında olan birçok kenti bilimsel planlama ve en yüksek düzeyde sağlamlık ve yaşanabilirlik kalitesinde yeniden inşa etmek ve tüm insanlara en temel haklarından biri olan güvenli konut hakkını sağlamak için, devasa bir bayındırlık planının hızla hayata geçirilmesi zorunludur. Ancak bunun için, egemen sınıfın tüm hiziplerine ve savundukları kapitalist sisteme karşı uluslararası ölçekte işçi iktidarı uğruna bilinçli bir siyasi mücadele gerekmektedir. Bu, ekonominin küresel düzeyde kâr değil toplumun ihtiyaçları doğrultusunda planlanmasına dayanan uluslararası sosyalizm uğruna mücadele demektir. 2023 Türkiye-Suriye depremi ve onu takip eden resmi kayıtsızlık, bu perspektifin doğruluğunu acı bir şekilde kanıtlamıştır.
Bitti