Perspektif

Libya açıklarında boğulanlar ve sığınmacıları savunma mücadelesi

Sığınmacılara karşı süregiden gaddarlık, kapitalizme karşı uluslararası kitlesel bir hareket olmadan, göçmenleri savunmanın olanaksız olduğunu göstermektedir. Dünyanın en zengin devletlerinin sığınmacılara karşı işlediği suçlara artan öfkeye rağmen, bu hükümetler, on binlerce insanı ölüme mahkum eden göçmen karşıtı politikalarını sürdürmeye kararlılar.

Perşembe günü, Libya’da kaçan 270 ile 300 arasında sığınmacıyı taşıyan bir tekne, Akdeniz’de İtalya’ya doğru yol alırken alabora oldu ve battı. Tekneyi fark eden balıkçılar, 140 dolayında sığınmacıyı dalgalardan kurtaran Libya sahil güvenliğine haber verdiler. Geri kalanlar hala kayıp ve boğuldukları tahmin ediliyor.

2014’te Akdeniz’de kurtartılan sığınmacılar © İtalyan Donanması/M. Sestini

Olaydan sağ kurtulan ancak yedi yaşındaki çocuğu boğulduğu için mahvolmuş durumdaki Sabah Yusuf, “Artık ülkeme, Sudan’a geri dönüp, orada ölmekten başka bir şey istemiyorum,” diyordu.

Boğulmaktan kurtulan bir Eritreli, yardım için uluslararası çağrıda bulundu: “Kendimizi kurtardık. Kimse bize yardım edemedi ve bizi kurtarmaya gelmedi. Burada büyük bir sorun yaşıyoruz ve sizin yardımınıza ihtiyacımız var.”

Geminin batmasından sağ kurtulan sığınmacılar hala büyük tehlike içindeler. NATO’nun 2011’de Libya’ya karşı ülkenin hükümetini ve silahlı kuvvetlerini ortadan kaldıran savaşından sonra Avrupa Birliği (AB) tarafından kurulup finanse edilen Libya sahil güvenliğine teslim edilen tüm sığınmacılar gibi, onlar da AB’nin finanse ettiği toplama kamplarına kapatılma riskiyle karşı karşıyalar. Orada, Birleşmiş Milletler’in, insan hakları gruplarının ve medyanın defalarca belgelediği üzere, saldırı, tecavüz, köle yapılma ya da cinayet tehlikesi ile yüz yüze bulunuyorlar.

Kamp muhafızlarının elinden kurtulanların ise, NATO savaşından beri Libya’yı yıkıma uğratan iç savaşa kurban gitme riski var. Bu ayın başında, Fransa Devlet Başkanı Emmanuel Macron ve Mısır diktatörü Abdülfettah El Sisi tarafından desteklenen bir komutan olan Halife Hafter’e bağlı uçaklar, Trablus yakınlarında, İtalya destekli resmi Libya hükümetine saldırdıkları sırada Tacura’daki bir sığınmacı kampını bombalayıp onlarca kişiyi öldürdü.

Cuma günü, BM’nin Afrikalı Sığınmacılar Komisyonu Sözcüsü Charlie Yaxley, Twitter’da, olaydan sağ kurtulan sığınmacılara ilişkin şok edici gelişmeleri paylaştı: “84 kişi, daha birkaç hafta önce yaşanan bir hava saldırısı sırasında 50’den fazla insanın kapana kısılmış bir halde öldürüldüğü Tacura toplama kampına götürüldü. … Onların serbest bırakılması ve başka hiç kimsenin bu gözaltı merkezlerine geri getirilmemesi için adımlar atılması gerekiyor.”

2016’dan beri 14.000 yaşama mal olan Akdeniz’deki sığınmacıların boğulmasının sorumluluğu, Avrupa Birliği’ne (AB) ve kapitalist sisteme aittir. Sınıf mücadelesinde yaşanan küresel bir kabarma (Porto Riko’da kitlesel protestolar, ABD’li öğretmen grevleri, Fransa’daki “sarı yelek” protestoları ve Portekiz’de, Almanya’da ve Polonya’da AB’nin kemer sıkma programlarına karşı grevler) ile karşı karşıya bulanan kapitalist sınıf, işçileri bölmek için alçakça sığınmacı karşıtı şovenizmi kışkırtıyor; aynı zamanda, tüm işçi sınıfını bastırmak için bir polis devleti geliştiriyor.

Atlantik’in her iki yakasındaki emperyalist hükümetler de, askeri makinelerine yüz milyarlarca dolar akıtıyor ve işçilerin zararına Amazon’un CEO’su Jeff Bezos (net serveti 165,6 milyar dolar) ile LVMH’nin sahibi Bernard Arnault (104,2 milyar dolar) gibi milyarderleri zenginleştirmek için kemer sıkma uyguluyorlar. Buna rağmen, 20. yüzyılın faşist rejimlerini tekrarlayan hükümetler ve her renkten burjuva siyasi partiler, herkesin sorunları için göçmenleri suçlaması gerektiğinde ısrar ediyorlar.

Amerika’nın faşizan Başkanı Donald Trump, yüz binlerce göçmeni ABD’deki bir toplama kampları ağına kapatıyor ve milyonlarca belgesiz göçmeni sınır dışı etmek üzere kentlere polis baskınları düzenleme tehdidinde bulunuyor. Demokratik Parti, ABD genelinde göçmenlere yönelik baskınlara karşı düzenlenen protestolara rağmen ABD toplama kampları sistemini finanse etmeye 4,6 milyar dolar ayrılması lehine oy vererek, Trump’ın aşırı sağcı politikasını desteklemede kilit rol oynuyor.

Libya açıklarında yaşanan boğulma olayları, Avrupa’da, faşist diktatör Benito Mussolini’ye hayranlığını açıklayan, İtalya’nın aşırı sağcı İçişleri Bakanı Matteo Salvini’ye karşı öfke uyandırdı.

Yasadışı göçmenleri ve Romanları sınır dışı etmek üzere kitlesel baskınlar düzenleme tehdidinde bulunan Salvini, sığınmacı taşıyan tüm gemilerin İtalya’ya ulaşmasını engelliyor. İçişleri bakanı, bu bahar Milano’da sığınmacıları savunmak üzere 200.000 kişinin katıldığı protestoları görmezden geldi. Sea Watch 3 gemisinin Alman kaptanı Carola Rackete’yi sığınmacıları İtalya’ya indirdiği için gözaltına aldırıp, Almanya’daki protesto dalgasının ardından serbest bırakan Salvini, şimdi de, sığınmacı taşıyan bir İtalyan sahil güvenlik gemisine, diğer AB devletleri gemideki tüm sığınmacıları almayı kabul edene kadar izin vermeyi reddediyor.

Bu durumun sorumluluğu tüm AB’ye aittir. AB, 2015’te, kurtarma operasyonlarını sona erdiren ve Akdeniz’deki savaş gemilerini arttıran “Triton Operasyonu”nu başlattı ve geniş bir toplama kampları ağı kurmaya hız verdi. Ortadoğulu ve Afrikalı milyonlarca sığınmacı, İtalya’dan Yunanistan’a, Türkiye’den Libya’ya ve Nijer’e kadar uzanan ve AB tarafından finanse edilen kamplarda, korkunç koşullarda hapsediliyor.

Berlin’in ve Paris’in, Salvini’nin faşizan çıkışlarını eleştiren açıklamaları ikiyüzlülükten ibarettir. Fransız hükümeti Salvini için “tiksindirici” derken, Macron faşist diktatör Philippe Pétain’i saygıyla anıyor; yetkilileri ise, sığınmacıların Fransa’ya ulaşmasını engellemek için göçmen kurtarma gemisi Aquarius’un Marsilya’da karaya oturtulması ile ilgili olarak güvenlik güçleri ve mali seçkinler içindeki faşizan tabanları ile övünüyorlar. Fransız polisi, Fransız Devrimi’nin yıldönümü olan 14 Temmuz’da Paris’te Afrikalı sığınmacılar tarafından düzenlenen bir protestoyu dağıttı ve toplumsal eşitsizliği protesto eden “sarı yelekliler”e şiddetle saldırmaya devam ediyor.

2015’te, Suriye savaşından kaçan sığınmacılara Balkanlar üzerinden Almanya kapısını kısa süreliğine açan Berlin, göçmen karşıtı bir politika benimsemiş durumda. Alman hükümeti yeniden silahlanır ve aşırı sağcı Alman profesörler Hitler’e ve Alman militarizmine itibar kazandırmaya çalışırken, şiddet yanlısı neo-Nazi grupları polis aygıtı içinde giderek gelişiyorlar. Sığınmacıları açıkça savunmasının ardından neo-Nazilerden çok sayıda ölüm tehdidi olan politikacı Walter Lübcke cinayetinin çözülmeden kalması, Almanya’da sığınmacıları destekleyen herkese karşı açık bir tehdit anlamına gelmektedir.

Büyük Marksist devrimci Lev Troçki, 1940 yılında, Avrupa faşizminin Musevi soykırımını başlatmasından iki yıl önce, şunları yazmıştı: “Bugün, çürüyen kapitalizm, Musevi halkını bütün gözeneklerinden söküp atmaya uğraşıyor. İki milyarlık nüfusa sahip dünyada, 17 milyon kişi, yani yüzde birden azı, gezegenimizde artık kendine bir yer bulamıyor! Geniş toprakların ve insanın hem uzayı hem de yeryüzünü ele geçirmiş olan teknolojik mucizelerinin ortasında, burjuvazi, yeryüzünü iğrenç bir hapishaneye dönüştürmeyi başarmış durumda.”

Seksen yıl sonra, Troçki’nin bu satırları bir uyarı olarak durmaktadır. Sovyetler Birliği’nin dağıtılmasından bu yana Ortadoğu’da ve Afrika’da otuz yıldır devam eden emperyalist savaşın ve 2008 Wall Street çöküşünden beri on yıldır süren ekonomik krizin ardından, dünya genelinde on milyonlarca insan katliamdan ve yoksulluktan kaçıyor.

Amansız devlet baskısı ve polis devleti inşası, egemen sınıfın kesin olarak faşizan bir rota belirlediğinin işaretleridir.

İleriye giden yol, uluslararası işçi sınıfının mücadeleye giren gitgide daha geniş kesimlerini seferber etmekten ve bu mücadeleleri sosyalist ve enternasyonalist bir program ile donatmaktan geçmektedir. Bu, kapitalizmin neden olduğu toplumsal krizden göçmenleri sorumlu tutma girişimlerinin reddedilmesi ve göçmenlerin seçtikleri ülkeye gitme, orada yaşama ve çalışma haklarını savunma anlamına gelmektedir. En önemlisi de bu, göçmen karşıtı faşizan politikalara karşı egemen çevrelerin herhangi bir kesimi ile ittifak içinde mücadele edilebileceğine ilişkin yanılsamaların reddedilmesi demektir.

İnsanlığı şirket oligarşisinin diktatörlüğünden kurtarmak, demokratik hakları savunmak ve herkes için yüksek yaşam standardını güvence altına almak, yalnızca işçi sınıfını uluslararası ölçekte toplumun sosyalist dönüşümü uğruna harekete geçiren bir perspektifle mümkündür.

Loading