Sosyalist Eşitlik Partisi’nin (PSG- Almanya) önderlerinden Johannes Stern’in Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi tarafından 3 Mayıs’ta düzenlenen Uluslararası Çevrimiçi 1 Mayıs Toplantısında yaptığı konuşmanın metni.
Bu Uluslararası 1 Mayıs Toplantısı’nın ana konusu savaş yönelimi ve bir üçüncü dünya savaşı tehdidi. Bu, dünyanın hiçbir yerinde, Ortadoğu’da olduğu kadar açık değil. Bu, Birinci Dünya Savaşı öncesinde Balkanlar’daki barut fıçısını akla getiriyor ama şiddet ve yıkım potansiyeli bugün çok daha büyük.
Ortadoğu, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından bu yana sürekli bir savaş durumunda bulunuyor. Ülkeler harap oluyor; milyonlarca insan mahvolmuş ya da göçmen haline getirilmiş durumda. Bu, ABD emperyalizminin, baba Bush tarafından ilan edilmiş olan “Yeni Dünya Düzeni”ni ya da “Amerikan Barışı”nı yaratma amacının ürünüdür.
11 Eylül 2001’deki terör saldırıları bir dönüm noktasıydı. Bu olayların arka planı hiçbir zaman açıklanmadı. Bununla birlikte, Washington, bu saldırıları uzun süre önce oluşturulmuş savaş planlarını “terörle mücadele” örtüsü altında uygulamak için kullandı. 2001’de Afganistan’a saldırıldı ve ülke işgal edildi. Bunu, 2003’te, Irak’ın istilası izledi. Guantanamo, Ebu Garip, “kapsamlı sorgulama”, “basınçlı su ile işkence” ve “öldürücü insansız hava araçları” gibi kavramlar, günümüzde, emperyalizmin yasadışı işkence ve öldürme teknikleriyle eşanlamlı.
“Terörle mücadele”, aynı zamanda Avrupa’daki egemen seçkinler için de bir kilometre taşıydı. Avrupalı devletlerin çoğu, ABD’nin Irak’ı istilası karşısında başlangıçta ihtiyatlı bir tavır sergiledi. Ama onlar, Afganistan’daki savaşı koşulsuz desteklediler. Libya’daki NATO savaşında ve Suriye’ye yönelik kirli müdahalede önemli bir rol oynadılar. Bugün, bütün emperyalist güçler, doğal kaynakları son derece zengin olan bu bölgenin rulet masasında her zamankinden daha büyük oynuyorlar.
Onlar doğrudan doğruya ya da yerel vekillerini silahlandırarak ve onlara para vererek müdahale ediyorlar. Aynı zamanda, dünkü “dostlar” bugünün düşmanları ya da dünkü düşmanlar şimdiki dostlar haline gelebiliyor. Mafya’nın “ahlak kuralları” vardı. Emperyalistler, yalnızca “orman yasaları”nı tanıyorlar. Felaket getiren her bir müdahaleyi bir sonrakinin gerekçesi olarak kullanıyorlar. Onlar, kendi yağmacı çıkarlarını zorla kabul ettirmek için her zamankinden sinik ve acımasız yollara başvuruyorlar.
CIA ve diğer Batılı istihbarat örgütleri, Libya’da ve Suriye’de, Muammer Kaddafi ve Beşar Esad yönetimlerini devirmek için mezhep savaşlarını canlandırdılar. Bunu yaparken, El Kaide ve sonradan içinden Irak ve Şam İslam Devleti’nin (IŞİD) çıktığı diğer radikal İslamcı milisler ile sıkı işbirliği içinde oldular. IŞİD’in suçları, şimdi, emperyalizm tarafından daha doğrudan askeri müdahalenin bahanesi olarak kullanılıyor. Sanki işçiler Batı medyasının İslamcı boğaz kesicilerin zulmünü kısa süre öncesine kadar Esad yönetimine karşı özgürlük mücadelesi olarak nasıl kutsadığını unutmuş gibi!
Bu savaşların her biri, çarpıtmalarla ve kaba yalanlarla gerekçelendirildi. Savaşlar uzadıkça, propaganda o denli ikiyüzlü bir hal alıyor. O, Irak’taki kitlesel imha silahları ve Afganistan’daki kadınların özgürlüğü ile başladı ve Libya ile Suriye’ye “insani” müdahale ile devam etti. Batılı güçler, Yemen’deki son savaşta, artık hiçbir bahane ileri sürmediler. Onlar, bölgedeki gerici müttefiklerinin (başta Suudi monarşisinin ve Mısır’daki El Sisi yönetiminin) yardımıyla, bir kez daha, yoksul bir ülkeyi enkaz ve kül yığınına çeviriyorlar.
Yemen’in yıkıma uğratılması, ABD destekli İsrail savaşının geçtiğimiz yaz Gazze’de yol açtığı vahşi yıkımı andırıyor. Dünyanın en büyük açık hapishanesinin neredeyse tüm altyapısı harap edilmiş ve aralarında 500’den fazla çocuğun olduğu 2.200’den fazla Filistinli öldürülmüştü.
Emperyalistlerin “insani” söylemlerini teşhir etmeye gerek yok. Nesnel gerçekler ve savaşın yıkıcı etkileri bunu zaten yapmış durumda. Ama hala yanıtlanması gereken bir soru var: Neden, Ortadoğu’da, yaklaşık 25 yıldır, neredeyse kesintisiz bir savaş hüküm sürüyor? Yanıt ortada. ABD ve başlıca Avrupalı sömürgeci güçler, zengin yeraltı kaynaklarına ve stratejik öneme sahip olan bu bölgeyi ne pahasına olursa olsun kontrol etmek ve sömürmek istiyorlar. Onların asıl kaygısı petroldür!
Onların kaygıları arasında, özellikle işçi sınıfına boyun eğdirilmesi var. Bu, Tunus’taki ve Mısır’daki devrimlerle son derece açık şekilde özler önüne serildi. Emperyalist devletlerin müdahalesi, işçi sınıfı başını kaldırdıktan ve emperyalizmin zalim uşakları Bin Ali ile Mübarek’i 2011 yılının başında devirdikten sonra yoğunlaştı.
Emperyalist güçler, işçi sınıfının müdahalesine şaşırdıkları kadar, ondan korktular da. Onlar, Tunus ile Mısır arasında yer alan Libya’daki savaşta, Batı yanlısı bir yönetim kurma ve işçi sınıfını etnik ve mezhepsel eksende bölme yönünde bir fırsatın farkına vardılar. Aynı amaca Suriye’de de ulaşmak istediler.
Onlar, Kuzey Afrika’nın ve Ortadoğu’nun yeniden sömürgeleştirilmesine sahte sol argümanlarla bir kılıf sağlamaya çalışan çok sayıda küçük-burjuva partiden ve akademisyenlerden destek aldılar. Bu partiler ve akademisyenler, Libya’da, NATO tarafından gerçekleştirilen halı bombardımanını, “insani” görev olarak desteklediler; Suriye’de, İslamcı milislerin gazabını demokrasi uğruna “devrimci mücadele” olarak sundular.
Lenin, Emperyalizm adlı kitabında, neredeyse 100 yıl önce, “Emperyalizmin başarı şansına ilişkin genel coşku, onun şiddetli savunusu ve onu en parlak renklere boyama; çağımızın simgeleri bunlardır.” diye yazmıştı. Liberal ve sahte sol çevrelerin Mısır Devrimi’ne yönelik tepkisi bundan daha iyi özetlenemez.
Uluslararası işçi sınıfı, yoksulluğa, eşitsizliğe ve eğitim, barınma ve sağlık alanlarındaki kesintilere yönelik yaygın öfkenin, 2011’de, yüz binlerce insanın katıldığı kitlesel protestolara yol açtığı İsrail dahil, Mısır’daki kitlesel mücadelelere büyük bir coşku ile tepki verdi.
Bununla birlikte, hali vakti yerinde orta sınıf ve onun siyasi örgütleri, Mısır’daki devrimci gelişmelerle, derinlemesine şok oldu. Başlangıçta Mübarek karşıtı protestoları desteklemelerine rağmen, işçi sınıfı mücadelelerinin kapitalist devlete ve emperyalizmin egemenliğine tehdit oluşturduğunu fark ettiklerinde, dehşet içinde geri çekildiler.
Onlar, devrimin her aşamasında, işçi sınıfını Mısır burjuvazisinin şu ya da bu kesimine yedeklemeye çalıştılar. Bu, onların sinik bir şekilde “ikinci devrim” olarak kutladığı Haziran 2013’teki askeri darbe uğruna karşı-devrimci mücadelelerinde doruk noktasına ulaştı.
Ne sahtekarlık!
El Sisi yönetimi, devrimin somutlaşmış halini değil ama kanlı karşı-devrimi temsil etmektedir. O, en az 3.000 kişiyi öldürdü, on binlerce insanı hapse attı ve 1000’den fazla siyasi tutukluyu ölüme mahkum etti.
Mısır Devrimi’nin dramatik deneyimi, devrimci önderliğin can alıcı önemini göstermektedir. Mısır’da, uluslararası sosyalist bir perspektif uğruna mücadele eden devrimci bir parti dışında, devrimin bütün gerekli koşulları vardı. Kitlesel ayaklanmalar, diktatörleri devirme ve siyaset seçkinlerini istikrarsızlaştırma yeterliliğine sahipti. Ama onlar, orduyu yerinden edemediler, kapitalist sömürüye ve baskıya son veremediler ve emperyalizmi yenilgiye uğratamadılar.
Mısır’daki, tüm Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki işçiler, [Mısır Devrimi’nden] siyasi dersler çıkarmalıdır. Bölgedeki Musevi, Arap ve diğer tüm işçileri emperyalizme, Siyonizme ve Arap burjuvazisine karşı mücadelede birleştirmek için, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin şubelerinin inşa edilmesi gerekiyor. Ortadoğulu kitleler, bu perspektif temelinde, bölgedeki diktatörlükleri devirmek için devrimi yeniden canlandırabilecek ve savaşa karşı sosyalizm uğruna mücadelenin başını çekebilecektir.