Sosyalist Eşitlik Partisi’nin (Britanya) ulusal sekreter yardımcısı Julie Hyland’ın Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi tarafından 3 Mayıs’ta düzenlenen Uluslararası Çevrimiçi 1 Mayıs Toplantısında yaptığı konuşmanın metni.
Dünyanın Akdeniz’de boğulan 800’den fazla göçmenin dehşet verici ölümünü öğrenmesinden bu yana iki hafta geçti.
Onlar, alabora olduğunda Libya’dan Avrupa’ya geçmeye çalışan bir balıkçı teknesine doldurulmuştu. Yalnızca 28 kişi kurtarılırken, aralarında kadınların ve çocukların da bulunduğu yüzlercesi ambara kapatılmıştı.
Onların ciğerlerine su dolarken yaşadıkları dehşet hayal bile edilemez.
Ama onlar, turizm broşürlerinin malzemesi olan Akdeniz’in onlar için devasa bir mezarlık haline geldiği çok sayıda göçmenin yalnızca küçük bir kesimini oluşturuyorlar. 2000 yılından bu yana, aynı yolculuğa çıkmaya kalkışan 27.000 dolayında insan boğuldu. Bu tüyler ürpertici yazgı ile karşılaşanların sayısı her yıl artıyor. Akdeniz’de, geçtiğimiz dört ay içinde 1.700’den fazla insan boğuldu.
Bu trajedi, geniş kitleler içinde tepkiyle karşılanıyor, insanlar göçmenlerin durumunu anlıyor. Çoğu insan, onların ölümlerinin bir rastlantı olmadığının farkında. Onlar, ABD’nin ve Avrupalı güçlerin Ortadoğu’da ve Kuzey Afrika’da, II. Dünya Savaşı’ndan bu yana yaşanmış en büyük kitlesel göçü başlatmış olan canice savaş politikalarının milyonlarca kurbanının yalnızca küçük bir kesimini oluşturuyorlar.
Libya’nın başlıca aktarma noktası olduğu bu yolculuğa çıkanların çoğu Suriyeli. Sahte sol tarafından desteklenen sözde “insani müdahaleler” gerçeği budur.
Bu tür iddialar, Avrupa Birliği’nin geçtiğimiz yıl Akdeniz’deki arama-kurtarma faaliyetlerinden vazgeçmesiyle birlikte, bir sorunla karşılaştıklarında kurtarılacaklarına inanarak bu tehlikeli geçişe teşvik eden bir “çekim etkisi” yaratmış olduğu için, iyice iğrençleşmiş durumda.
Böylece, “Bırakın boğulsunlar”, Avrupa Kalesi’nin sloganı haline geldi.
Sert göçmen politikası, egemen seçkinlerin Avrupa işçi sınıfına ve gençliğe yönelik düşmanlığının diğer yüzüdür. Savaştan, yoksulluktan ve baskıdan kaçanlara yönelik sadistlik, Avrupa Birliği’nin ve Uluslararası Para Fonu’nun, bitmek bilmez kemer sıkma politikasına maruz bırakılan Yunanistan işçileri ve gençleri karşısındaki tavrını yansıtmaktadır.
Avrupa’daki durum, giderek daha fazla, 20. yüzyılın ilk yarısına benziyor. 1940’ta yazılmış olan Dördüncü Enternasyonal’in Emperyalist Savaş Üzerine Bildirgesi, “Çürüyen kapitalist dünya aşırı kalabalıklaştı. Yüz tane fazladan sığınmacıyı kabul etme meselesi, Amerika Birleşik Devletleri gibi bir dünya gücü için bile önemli bir sorun haline gelmektedir.” diyordu.
Çürüyen kapitalizmin “Musevi halkını bütün gözeneklerinden söküp atmaya çabalıyor” olduğunu belirten Bildirge, şöyle devam ediyordu: “İki milyarlık nüfusa sahip dünyada, 17 milyon kişi, yani yüzde birden azı, gezegenimizde artık kendine bir yer bulamıyor! Geniş toprakların ve insanın hem uzayı hem de yeryüzünü ele geçirmiş olan teknolojik mucizelerinin ortasında, burjuvazi, yeryüzünü iğrenç bir hapishaneye dönüştürmeyi başarmış durumda.”
Bugün, bir tuş darbesiyle trilyonlarca doların dünya etrafında dolaştığı, Mars’ı araştırma görevleri ve internet çağında, kapitalizm, bir kez daha, kendi yaratmış olduğu kurbanları bütün gözeneklerinden söküp atmaya çabalıyor.
Göçmenlerin çilesi, aynı zamanda, egemen seçkinlerin kendi yağmacı çıkarlarını ilerletmesi için gerekçe olarak kullanılıyor. Avrupa burjuvazisi eski sömürgeleri üzerinde yeniden denetim iddiasını ortaya koymaya çalışırken, savaş gemilerinin, helikopterlerin, insansız hava araçlarının ve Özel Kuvvetler’in dahil olduğu kapsamlı bir polis/asker operasyonu düzenleniyor. Bu yönelim, her yerde, ırkçı ve milliyetçi pislikler eliyle meşrulaştırılıyor. Nürnberg yargılamaları, propaganda gazetesi Der Stürmer’in Nazilerin Musevi karşıtı ve ırkçı karikatürlerini yaymadaki ve Musevilerin bir parazit olarak fiziksel imhasını savunmasındaki rolünü vurgulamıştı.
Günümüzde, Charlie Hebdo ’nun İslam karşıtı provokasyonları “ifade özgürlüğü” olarak savunuluyor; bu arada, Rupert Murdoch’un Sun adlı gazetesinin köşe yazarı Katie Hopkins, Akdeniz göçmenlerini bir “vahşi insan vebası”, “hamam böcekleri” olarak betimliyor ve savaş helikopterlerinin “onları kendi sahillerine geri püskürtmesi”ni talep ediyor.
Egemen seçkinler toplumsal krizin gerçek kaynağını gizlemeye ve yeni saldırı savaşlarını haklı göstermeye çalışırken, aşırı sağın dili, bir kez daha resmi söylemin dili olmaktadır.
Bu amaçla, Fransa’daki Ulusal Cephe’ye (FN), Almanya’daki Pegida’ya ve Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi’ne (UKIP) yoğun medya desteği ve saygınlık örtüsü sağlanıyor.
Bu tür örgütler herhangi bir halk desteği elde edebiliyorsa, bunun nedeni, yalnızca, onların eski ve gözden düşmüş sözde işçi örgütlerinin ihanetlerinden ve mevcut düzeni desteklemelerinden yararlanabilmeleridir.
Sağın yeniden toparlanmasında başrolü oynayan, sosyal demokrasidir.
Sosyalist Partili Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande, FN’nin önderi Marine Le Pen’i Elysee Sarayı’na davet ediyor. Almanya’da, Sosyal Demokrat önder Sigmar Gabriel, “sağcı ya da Alman milliyetçisi” olduğunu iddia etmenin demokratik bir hak olduğunu iddia ediyor. Britanya’da, İşçi Partisi, göç konusunda en sert çizgiyi izlediğini kanıtlamak için UKIP ile rekabet ediyor.
Sendikalara gelince, onlar işçi sınıfının devasa gücünü felç etmek ve onu ulusal sınırlar boyunca bölmek için çalışıyorlar. Onlar muhalefet gösterisine soyunduklarında, Britanya, Alman, Fransız ya da Amerikan işlerinin korunması talebi, her durumda, dibe doğru sonu gelmez hızlı gidişi hızlandıracak şekilde, ücretlerde ve çalışma ve yaşam koşullarında daha fazla gerilemeye tabi kılınıyor.
Dünya bir kez daha berbat bir hapishane haline geliyor. Ama bizim bu değerlendirmemizin, sahte solun kendi gerici politikalarını haklı göstermeyi amaçlayan morali bozuk şema ile ortak hiçbir yanı yoktur.
Yunanistan’da, Syriza, kemer sıkma politikalarını uygulamasını, bunu söylendiği gibi yapmaması durumunda faşistlerin iktidarı alacağı gerekçesiyle savunuyor! O, bütün bu süre boyunca, yabancı düşmanlığı Altın Şafak’ınkine denk olan sağcı Bağımsız Yunanlılar ile koalisyon içinde.
Sahte sol, “Syriza modeli”ni, hala ileriye giden yol olarak övüyor. Onlar, tüm Avrupa’da sağcı ve aşırı sağcı örgütler ile ittifaklarını ve ittifak önerilerini haklı göstermeye çalışırken, “sağ” ile “sol” arasındaki geleneksel ayrımın artık bir anlamı kalmadığını iddia ediyorlar.
Sağ ile sol arasındaki farklılıkların sahte sol ile ilgisi olmayabilir ama onlar, Rosa Luxemburg’un sözleriyle ifade edersek, “yaşamı söz konusu olan” işçi sınıfı için son derece önemlidir.
Milliyetçi ve faşist gericiliğin yükselmesi, burjuvazinin kapitalist ulus-devlet sisteminin krizine yanıtıdır. İşçi sınıfı, emekçilerin sosyalist bir dünya uğruna mücadelede birleşmesi üzerine kurulu kendi yanıtını hazırlamalıdır.