Geçtiğimiz Cuma günü 3. Havaalanı inşaatında iş bırakan on binlerce işçinin meşru eylemi, Cumartesi günü büyük çaplı bir polis saldırısına uğramış ve yüzlerce işçi gözaltına alınmıştı. Protestolar bir işçi servisi kazasının ardından başlamış olsa da, temelinde iş cinayetlerine, iş güvenliğinden yoksun ve kölece çalışma koşullarına ve temel hakların hiçe sayılmasına karşı uzun süredir biriken bir öfkenin dışavurumuydu.
Gözaltına alınan işçilerden, aralarında dört İnşaat-İş Sendikası yöneticisinin de bulunduğu 24’ü, Çarşamba günü İstanbul’da çıkarıldıkları mahkemede tutuklandılar. Diğer 19 işçi ise, adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı. Bu tutuklamalar, sadece Türkiye’deki değil, tüm dünyadaki işçilere yönelik bir saldırıdır ve Türkiye dahil artarda bir ülkeden ötekine inşa edilen polis devleti rejimleri nedeniyle, işçilerin haklarını savunmaya çalışırken hızlı bir şekilde kendilerini nasıl bir siyasi mücadelenin içinde bulduklarını göstermektedir.
“Kamu malına zarar verme”, “polise mukavemet”, “toplantı ve gösteri yürüyüşleri kanununa muhalefet” ve “iş ve çalışma hürriyetinin ihlali” gibi düzmece suçlamalara uğrayan işçilerin tek “suç”u, dizginsiz sömürüye ve hükümetin havaalanını 29 Ekim tarihine yetiştirmek için yapılan çalışma programına direnme haklarını kullanmış olmalarıdır.
İşçiler, şu anda kışla koşullarında çalıştıklarını ifade ediyorlar. Onlar, polis-jandarma kontrolü altında otobüslere bindiriliyor ve yüzlerce sivil polisin gözetimi altında çalıştırılıyorlar.
Medya propagandasının, inşaat işçilerinin bu eyleminin 29 Ekim’deki açılışı sabote etmeye yönelik dışarıdan birilerinin tasarladığı bir komplo olduğu iddiası bir yalandır. İnşaat işçilerinin şikayetleri biliniyor. Servis azlığı nedeniyle saatlerce beklemek zorundalar; yemekhaneleri ve lavaboları düzenli temizlenmiyor; yatakhaneler tahtakurularıyla dolu; sağlık gereksinimleri düzgün karşılanmıyor; ücretler ödenmiyor ve iş kazaları örtbas ediliyor.
Hükümet tarafından tutuklanan inşaat işçileri derhal serbest bırakılmalı ve insani ve düzgün çalışma koşullarına ilişkin talepleri karşılanmalıdır.
2015’teki büyük metal grevlerinin ardından en geniş çaplı ve militan eylem olan bu iş bırakma eylemi, hem egemen sınıfı hem de onun hükümetini son derece tedirgin etmiştir. Bu yüzden, tüm işçi sınıfına bir gözdağı vermek için, 24 işçi apaçık bir saldırı ile tutuklanmıştır.
Hükümet ve emrindeki medya organları, işçileri “provokatörler”in, hatta “teröristler”in kışkırttığını iddia ediyorlar. Hükümetin karalamaları, sadece medyanın ve yargı organının güçsüzlüğünün ve acizliğinin bir ifadesidir.
İşçi sınıfı içerisindeki muhalefetin bu patlamaları, Amerika’nın Türkiye’ye karşı ticaret savaşı tehditlerinden sonra finansal paniğin patlamasının etkisiyle oluşan derin ekonomik kriz şartlarında kaçınılmazdır. Bölgede savaş hazırlıkları ile paralel olarak toplumsal eşitsizlik ve yoksulluk tırmanmaktadır. Egemen sınıfın siyasi temsilcileri de işçi sınıfını sindirmek için bu apaçık saldırıları son çare olarak kullanmaktadır.
2015 Mayıs’ında, “Metal sektöründeki grevlerin ilk siyasi dersleri” başlıklı yazımızda şunları yazmıştık:
Renault’da başlayan kitlesel eylemler, Ortadoğu’da artan savaş tehlikesi ile derinleşen ekonomik krizin ortasında, on yıllardır izlenen toplumsal karşı-devrim politikaları sonucunda bir barut fıçısına dönmüş olan işçi sınıfının her an patlayabileceğini gözler önüne sermiştir ve verilen mücadelenin kazanımı elde edilen ekonomik haklar değil bu siyasi sonuçtur.
Bu grevler, bu yüzden, aynı ABD’deki petrol işçilerinin geçtiğimiz aylardaki grevi gibi, Türkiye işçi sınıfının militan mücadelesinin uzun bir aradan sonra yeniden canlanmasının başlangıcı olarak anılacaktır.
O zamandan beri, Suriye’deki ve Irak’taki emperyalist savaş, Türkiye’deki hükümetin savaş politikaları ile birlikte tırmanmış ve Türkiye inkar edilemez şekilde patlamaya hazır ekonomik kriz koşullarına girmiştir.
Trump’ın ticaret savaşı tehditlerinden sonra Türk lirasının yaşadığı hızlı değer kaybı, hükümetin kemer sıkma politikaları, temel tüketim mallarında yaşanan hızlı fiyat artışları, tırmanan işsizlik ve yoksulluk, işçi sınıfının zaten dayanılmaz olan koşullarını daha kötüleştirmektedir.
2018 yılındaki bu sınıf mücadelelerindeki yükseliş, uluslararası bir olgudur. Tüm dünyada, İran’daki kitlesel işçi protestolarından Amerika Birleşik Devletleri’ndeki öğretmenler grevine, Avrupa ülkelerindeki grevlerden Irak’taki kitlesel protestolara kadar, tüm bu mücadelelerle işçiler sınıf mücadelesinin yeniden canlanmasındaki başlangıç adımlarını atıyorlar.
Bu gerçekliğin bilincinde olan egemen sınıf, diktatörlük ve polis devlet yasalarıyla işçi sınıfına karşı uzun süredir hazırlanmaktadır. Türkiye’de, başkanlık rejimine geçiş ve olağanüstü halin çıkarılan yasalarla kalıcı hale getirilmesi, dışarıda savaş hazırlıklarının tırmandırılması ve içeride kitlesel işçi sınıfı mücadelelerinin bastırılması birbiriyle doğrudan bağlantılıdır.
Hükümetin işçi sınıfına yönelik saldırısında burjuva muhalefet partilerinin ve sendikaların oynadığı rol, açıkça teşhir edilmelidir. Onların, inşaat işçilerinin gözaltına alınmasına ve ardından tutuklanmasına karşı çıkan basın ve sosyal medya açıklamaları, yalnızca, bu kapitalizm yanlısı örgütlerin suç ortaklığını gizlemeyi ve işçileri düzen sınırları içerisinde tutmayı amaçlamaktadır.
Yıllardır işçi sınıfına yönelik tüm toplumsal saldırılara göz yuman, hatta açıkça destek veren ve sadece göstermelik açıklamalar yapan örgütler, iş cinayetlerine, kölece çalışma ve yaşam koşullarına ve egemen sınıfın baskısına karşı çıkamazlar. Bu sorunlar, doğrudan doğruya bu örgütlerin üzerinde yükseldikleri kapitalist sistemi hedef almayı ve uluslararası işçi sınıfına dayanan sosyalist bir hareketi ve programı gerektirir.
İşçi kitleleri toplumsal karşıdevrime, savaşa ve diktatörlüğe karşı inşaat işçilerini destekliyor ve tutuklanmalarına büyük öfke duyuyorlar. İşçi ve gençlik kitleleri, tutuklanan işçileri savunmaya geçmeli ve onların serbest bırakılması talebini ileri sürmelidir.
Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin, Hindistan’da, hükümetin, şirketin ve şirket maşası sendikanın komplo kurup ömür boyu hapse mahkum ettirdiği Maruti Suzuki işçilerinin serbest bırakılması için yürüttüğü kampanyayla birleştirilmesi gereken bu mücadele, uluslararası işçi sınıfının kapitalizme ve onun ürünleri olan savaşa, baskıya ve eşitsizliğe karşı başkaldırısının ve bir avuç asalağın karı için değil ama tüm insanların gereksinimlerini karşılamak için sosyalist bir dünya ekonomisini inşa etme mücadelesinin önemli bir bileşeni haline getirilmelidir.
Giderek artan dünya savaşı ve diktatörlük tehlikesi ile Türkiye’de ve dünyada işçilerin artan mücadelesinin de gösterdiği gibi, uluslararası işçi sınıfının sendikalardan ve sözde sol burjuva partilerden bağımsız, savaş karşıtı ve sosyalist bir hareketinin inşasına acilen ihtiyaç duyulmaktadır. Bu hareket, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi ve onun şubeleri olan Sosyalist Eşitlik Partileridir.